“Baba marketler kapanırsa biz nereden ekmek alacağız?”
Bizim kuşak ilkokula giderken, hayat bilgisi dersinde
öğretmenlerimizin içten içe (şimdi anlıyorum ki haklı
olarak) gurur duyarak söylediği şuydu:
“Türkiye, tarımda kendi kendine yeten on ülkeden
biridir.”
Doğru bir tespitti. Zira Türkiye, bir tarım ülkesiydi.
Doksanlı yıllara gelindiğinde yani liberalizm herkesi iliklerine kadar kuşattığında, üretim araçlarımızla birlikte dilimiz ve dünya görüşümüz de değişmişti:
“Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçemeyen ülkeler, üçüncü dünya ülkesi olarak kalmaya mecburdur.”
Bu söylemi destekleyen onlarca güçlü argüman vardı, misal en bilineni şuydu:
“Bir TIR dolusu domates satacaksın ki ancak bir computer (bilgisayar) alasın!”
Kabul edelim ki vak’a tam da buydu:
Elin adamı, el kadar bir cihaz üretiyor, sen bir ambar dolusu buğday…
Yine de o el kadar cihazın bedeli etmiyor, senin bir ambar dolusu buğdayın…
Bu söylem ve anlayışla 2000’li yıllara geldiğimizde, Türkiye artık “tarım toplumu” başka bir ifadeyle “köylü toplum” olmaktan uzaklaşıp, “sanayi toplumu”na ya da sözümona “şehirli toplum”a doğru “taksi” yapmaya başladı!
Yine de o günkü “aydın”larımız bu gidişattan zerre miskal hoşnut değillerdi:
“Bir ülkede, kırsal (kasaba ve köy) kesimde yaşayan nüfus, ülke nüfus toplamının yüzde onundan fazlaysa, o ülke hala geri kalmış bir ülkedir.”
Bu ve benzeri ne kadar kavram vardıysa alayı Batı’nın geliştirdiği ve kültürel olarak müstemleke kıldığı ülkelere
dayattığı politikalardı.
Bizim sözde aydınımız, eline tutuşturulan ve “bunları iyi ezberle çık ülkenin televizyonlarında, üniversitelerinde,
siyaset kürsülerinde ve sokakta herkese anlat” denilen metinleri, otuz yıl boyunca papağan gibi tekrarlayıp durdu.
Sözgelimi o “aydın”lardan biri çıkıp şunu söylemedi:
“Yahu birader, tamam sanayi elbette önemlidir, teknoloji yadsınacak bir şey değildir. Elbette ki biz de dünyadaki
gelişmenin gerisine düşüp sömürge haline gelmeyelim, eyvallah… Lakin başta Amerika ve Hollanda olmak üzere
Batı’da birçok ülke otomobil üretirken ya da bilgisayarı geliştirirken asla tarımsal üretimden vazgeçmiyor. Domates
tohumunu İsrail’den ithal edeceğimize, bu alana devlet yatırım
yapsın kendi yerli tohumumuzu üretelim.
Bu dünya düzeni, bu sömürü ve hoyrat tüketim çılgınlığı üzerine sürüp gidemez. Gün gelir ya bir savaş çıkar ya da öyle bir salgın olur ki, uluslar bir avuç buğdaya muhtaç kalır. Etmeyin eylemeyin, size araba yapmayın diyen yok, ama tarımın ve hayvancılığın ırzına da böyle acımasızca geçmeyin.”
… İş işten geçmişti artık…
Liberalizm şoku, hükümetleri öyle sersemleştirdi ki, kim ki tarım ve hayvancılık yapıyorsa, gerekirse cezalandırılmalıydı!
“Kardeşim bizim köylünün ürettiği ürünü, üçte biri fiyatına ve üstelik daha iyisini ithal ediyoruz!”
Hepimiz sevindik!
Nice adını duymadığımız çeşit çeşit meyveler, tarımsal ürünler ve et çeşitleri, bırakın şehirleri kasabalardaki marketlerin
tezgâhlarında “gel beni al” diyordu.
Nitekim aldık, hâlâ da almaya devam ediyoruz…
Birader köylere ekmek fırınları açtık, öyle ki köylü, o fırında bir gün ekmek üretilmese aç kalıyordu!
Hülasa devlet ve millet olarak tarım ve hayvancılığın ıskatına müşterek oturduk…
Geldiğimiz nokta tam da şudur:
Tarımda ve hayvancılıkta dünyada kendi kendine yeten on ülkeden biri olan Türkiye, bir hafta tarım ve et ithalatı yapmazsa vatandaşı açlıktan birbirini yiyecek!
İşin garip tarafı, sanayi ve teknolojide de öyle ahım şahım bir yere gelemedik.
Bereket versin ki şu son yıllarda savunma sanayi konusunda bir hamle yaptık da, hiç olmazsa elin taşıyla düşmanın kuşunu vurmak komikliğinden kurtulduk.
Tarım ve hayvancılık alanında ise, koskocaman bir sıfır var elimizde…
Devlet eliyle yarattığın “AVM’ci gençler”e bugün sen hangi teşvik paketini sunarsan sun beyhude…
Kimse köyüne dönüp dedesinden babasından kalan tarlayı ekip biçmiyor, ahıra hayvan koymuyor.
Çünkü gömleğin düğmesi baştan yanlış iliklendi…
Dünyayı kasıp kavuran ve en kral egemenleri bile önünde diz çökerten Koronavirüs gösterdi ki, gün gelir senin ürettiğin
ve sınırları zorlayan o yapay zekân da, kimyasal silahların da, uzay araçların da hikâye…
Asya’dan bir virüs çıkar dünyaya yayılır ve insanoğlunu tir tir titretir.
Günlerdir milyarlarca insan evlerine kapandı.
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, kimse marketten evine bir kilo yapay zekâ, üç kilo dron, beş kilo uzay teknolojisi almıyor!
Hatta nice gelişmiş ülkeleri gördük ki, bu durumda birbirlerinden teknoloji, bilgi değil, maske, solunum cihazı, tıbbi alkol gibi ihtiyaçları çalmaya başladılar.
Süreç biraz daha uzarsa bir noktadan sonra maske de hikâye yine küresel yamyamların dayattığı sözde temizlik ürünleri de…
Makarna var mı makarna?
Olur mu olmaz mı çok emin değilim, ama bütün kalbimle diliyorum ki insanoğlu, (daha doğrusu devletleri yöneten gözleri dönmüş adamlar) bu musibetten bir ders çıkarırlar…
(Biz de inşallah bu illetten sonra Türkiye olarak artık aklımızı başımıza devşirip, kimi soytarıların gazına gelmeden şu
tarım ve hayvancılık meselesini adam akıllı masaya yatırırız.)
Sevgili dostlar ben çocukken sonbahar geldiğinde, rahmetli babam eve odun kömür, patates, yağ, peynir, kuru soğan
ve çuval çuval un aldı mı zannederdim ki top patlasa bize işlemez…
Hele de birkaç teneke gazyağı varsa…
(Bu arada saydıklarımın (kömür hariç) hepsi bizim köyümüzden ve kendi bostanımızdan temin edilirdi)
Cevizi, dutu, pestili, erişteyi demiyorum bile…
Birkaç günden beri çaktırmadan izliyorum, ne en küçük kızım Arnisa Umay, ne de torunum Mehmet Çınar, (Mihrimah ve
Duha Mina küçük olduklarından henüz olup bitenin farkında değiller) benim çocukluğumda yaşadığım mutluluğu ve huzuru
tadamıyorlar. Belki de bu yüzden sordu, kızım bana:
“Baba, marketler kapanırsa nereden ekmek alacağız?”
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.