Benim dilimi kökünden koparsalar ne yazar…
Şair Nefi, bu toprakların gelmiş geçmiş en büyük hiciv ustalarından biridir, aynı zamanda da Erzurum’un medari iftiharıdır.
Şair Nefi, 4.Murad’ın –ki 4. Murat Osmanlı Sultanları içerisinde en hiddetli, en öfkeli ve en keskin hükme sahip biridir- zamanında yaşadı ve öldü, daha doğrusu padişah fermanıyla öldürüldü!
Nefi, mesele haksızlığa karşı çıkmak söz konusu olunca, diline bent vuramayan bir şair…
Zaman zaman vezirleri, şeyhülislamı, müftüleri ve çoğu zaman da sadrazamı hicvetti; dilinin keskin kılıcıyla doğradı.
Misal; bir defasında müftü Tahir Efendi’yi öyle kızdırmıştı ki, Tahir Efendi de ağzını açıp gözünü yummuştu.
Nefi bu…
Tahir Efendi’nin öfkesinin ne denli şedit olduğunu bildiği halde, sesini kesip, kuyruğunu kısıp oturmadı ve elbette ki şöyle cevap verdi:
Tahir efendi bana kelp demiş
iltifatı bu sözde zahirdir,
Maliki mezhebim benim zira,
itikadımca kelp Tahir’dir.
Nefi, Tahir efendiye layık olduğu cevabı veriyor, ama günün sonunda işin içinden sıyırabilmek adına da mezhebini değiştiriyor(!) Zira, Maliki mezhebine göre, “kelp” temiz anlamına geliyor.
Nefi’nin dili, fren tutmuyordu.
Bu yüzden de sarayda sultanlar gibi bir eli yağda bir eli balda yaşama imkanı kendisine sunulmuşken o, yağlı urganı tercih etti. Susmadı, kıvırmadı, “Padişahım sen çok yaşa” demedi.
Nitekim günün birinde Şeyhulislam Yahya Efendi’nin nasırına (!) bastı. Yahya Efendi de, “Nefi kafirdir” dedi.
Nefi bu hakaretin üstüne yatacak ya da üç maymunu oynayacak bir adam mıdır ki tornistan etsin.
Anında Yahya Efendi’nin ağzının payını vermeyi bildi:
Bize kâfir demiş Müftî Efendi,
Tutayım ben ona diyem Müselmân,
Vardıkda yarın Rûz-i Cezâ’ya,
İkimiz de çıkarız anda yalan!
Yani…
Şeyhülislam bana kâfir demiş,
Ben de tutup ona Müslüman diyeyim
Yarın kıyamet gününde
İkimiz de yalancı çıkarız.
Bu toprakların kavrukluğundan mıdır, yoksa ikliminin sertliğinden midir, bilinmez…
Bizden dalkavuk, yağcı, şakşakçı ve hacıyatmaz yerine protest insanlar çıkıyor.
Nefi öyleydi de ondan asırlar sonra yaşayan Emrah farklı mıydı sanki…
Ey vaiz beni ta’n eyleme ki mescide gelmez.
Rah-ı Hakkı bilmez.
Ben mûtekifim kûşe-i meyhâne banadır,
mescid de sanadır.
Ya da Sümmani, Reyhani veya Ziya Paşa, Nurallah Genç…
Hangisi aynı çilelin yolcusu değil…
Kabul edelim ki bizim dilimizin kemiği yok…
Zahir kış, kalın karların altındaki yüreğimizi ısıtırken, dilimizi soğutuyor bir yandan…
Yoksa susup lal-ı dil mi olmalıyız bazen?
Bilemedim işte…
Konuşsak bir bela, sussak vicdan kabarıyor ne çare…
Bu gidişin sonunda mahpus olmak var dediler…
Velhasıl haklı da çıktılar hani…
“Çok şey istemiyoruz senden, sadece dilinin budaklarını kesip at yeter” dediler.
Tut ki haklılar ve biliyorum ki muratları kötülük dilemek değildir.
Çıkardım dilimi, elime aldım baltayı…
Budadım da budadım…
Tam da dedikleri gibi oldu, dilimde tek bir budak kalmadı.
Sonra karşısına geçip dilimi çıkardım.
Bir de ne göreyim ağzımda dil yerine yalnızca bir dirhem et parçası kalmış ki, o da kendi halini arzetmekten aciz…
Tam da şairin tarif ettiği gibi:
“Himmete muhtaç dede kaldı ki gayriye himmet ede.”
Kendi kendime sitem ettim bir müddet:
Ah dilim, uslanmaz dilim…
Ne diye uydum ki sana…
Keklik gibi vuruldum avcıya…
Doğradılar beni dilim dilim…
Haksızlıklar karşısında “dilsiz şeytan olmak” mı evladır, yoksa hakkı ve hukuku haykırırken sırf sivri dilli olmaktan ötürü biçilmek mi?
İdam edilmeden önce karısı Xanthippe Sokrates'e şöyle der:
"Ama sen suçsuzsun; suçsuz yere idam ediliyorsun."
Sokrates de buna karşılık şöyle bir cevap verir:
"Be kadın, suçlu olarak idam edilmemi mi yeğlerdin?"
Ne yani bir şiirin azap yüklü dizesinde olduğu gibi mi çekip gideyim:
"Arkadaşlar bana müsaade, viran olası hanede evlâd-u ıyâl var..."
“Hayır” diyorlar. “Senden büsbütün lal olmanı istemiyoruz, yeri geldiğinde yalnızca biraz sus.”
İyi bari…
Haydi susuyorum…
Fakat unutmayınız ki…
Hakikat balçıkla sıvanamayacak kadar dipdiri ve baltayla budanamayacak kadar gürdür.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.