Doç. Dr. Hasip Saygılı yazdı: Her eleştiride ‘zamanlama manidar mı?’
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesinden Doç. Dr. Hasip Saygılı Türkiye’deki kurumlar bağlamında eleştiri iklimine dair bir yazı kaleme aldı.
Erzurum Güncel- Şahıs ve kurumları eleştirmenin ülkemizde kolay olmadığı bir iklimi yaşamaktayız. Eleştirinin içeriğinin doğru mu yanlış mı olduğu tartışılmadan “söyletmen urun!” naralarını duyabilmekteyiz. Bu durum hemen herkes ve her kurum için ekmek su kadar ihtiyaç olan eleştiri zeminini daraltmaktadır. Eleştiriden muaf tutulan şahıs ve kurumların kendilerinden kaynaklanan hatalı yaklaşımlarını düzeltme imkânı da ortadan kalkmış olmaktadır. Bu da çürümenin kapısını aralamaktır. Birilerini haklı sebeplerle eleştirdiğinizde bağlama bakılmadan evvel emirde şahsi hınçla bu işe kalkıştığınız ileri sürülmektedir. Bu durumda şahsi bir mağduriyete uğrayan kişinin konuyla ilgili birilerini eleştirmesi “ayıp” karşılanarak “kuyruk acısı” olarak baştan itibarsızlığa mahkûm edilmektedir. Oysa hakaret ve küfür etmeden birilerini tutarlı bir mantıkla eleştirebilmenin her iki taraf için de faydalı sonuçlar doğurması mümkündür. Ayrıca eleştiri, şikâyetçisi olunan olumsuz uygulamanın gelecekte tekrarına karşı caydırıcı bir psikoloji de yaratabilecektir.
Daha ötesi A kurumu ile ilgili bir eleştiri yaptığınızda, “iyi ama B, C, D, E, F’ye ilişkin ne diyorsunuz?” gibi sağlam bir muhakeme ürünü olmayan bir itham ile karşılaşabilirsiniz. Silahlı Kuvvetler’den emekli olmuş birisi kurumla ilgili bazı (öz)eleştiriler yapmaya kalktığında az da olsa refleksif olarak aşağıdaki tepkileri alabilmektedir.
“Bu eleştirilerin şimdi olması uygun değil. Şimdi burada kullanılan argümanlar kurumu yok etmeye çalışanların işine yarar.”
Bu mantığa göre eleştiri ve tespitlerimizi bilinmeyen bir geleceğe ertelemek vatanseverlik ve hamiyetin gereğidir. 2011 yılında dönemin Cumhurbaşkanı’nın himayesinde düzenlenen uluslararası bir Balkan sempozyumunda sunulmak üzere Balkan Harbi’nde insan kalitemizi konu alan bir tebliğ hazırlamıştım. Bu tebliği sunmak için asker olduğum için Genelkurmay Başkanlığı’nın iznini almam gerekmişti. Tamamen açık ve birçoğu da resmi yayınlara dayanarak hazırladığım tebliğim 100 yıl önceki bozgunla biten bir harpte bazı general ve subayları eleştiriyor diye uygun bulunmamıştı. Niçin uygun değil diye gerekçe sorduğumda da mealen yukarıdaki ifadeleri şifahen lütfedip söylemişlerdi. Bir yüzyıl önceki bozgunun dürüstçe eleştirisinin kuruma ve subay itibarına zarar vereceğini düşünebilen zihniyet, ne kadar acil olursa olsun problemin varlığını dahi gündeme getirilmesini sakıncalı bulabilmektedir.
KAMUOYUNDA TARTIŞMA
“Türk Silahlı Kuvvetleri bir ailedir. Aile içi sıkıntıları mahallelinin önünde tartışmak uygun değildir. Kuruma görüşlerinizi aktarırsanız daha etik ve etkili olur. Siyasi makamlara koz vermek de uygun değildir.”
İlk bakışta gayet makul bir itiraz. Ancak iş kol kırılır yen içinde kalır aşamasını çoktan aşmıştır. Yaralar uzuv kaybı doğuracak ciddiyettedir. Kurum içinde tespitlerini dile getirme imkânı çok sınırlıdır. Bir konuya ilişkin genel kabul gören paradigmayla uyumlu olmayan bir önerme ifade eden kişi bazen ağır yaptırımlara uğrayabilir. Zaten yazılı olarak yukarı mertebelere çıkma ihtimali de yoktur. Bundan 10 yıl kadar önce yüksek bir karargâhta bir toplantıya kurum temsilcisi bir subay, bayram namazlarının dini olduğu kadar sosyal yönünün de bulunduğu için askerlerin üniformaları ile bu namazlara katılma hususunun düşünülmesini görüş olarak ifade ettiği için toplantıdan kovulmuştu.
Bu satırların yazarı da Kosova Türk Temsil Heyeti Başkanı olarak 2010 yılı Eylül ayında görev dönüşünde içinde ciddi özeleştirilerde bulunan bir sonuç raporu yazarak ilgili askeri yüksek makamlara gönderdi. Bu raporun ilgili makamlar tarafından okunmadığını sanıyorum. Okunsaydı bazı işlemlerin yapılması gerekirdi. Maalesef hiçbir işlem yapılmadığı için bu raporun bazı kısımlarını yeni yayımladığım bir kitabıma koydum. Ancak bu sayede Sn. Milli Savunma Bakanı gibi konuyla ilgili makamların bazı önemli problem sahalarından haberdar olabildiklerini söylemeliyim.
Kuruma dışarıdan emekli askerler ve diğer vatandaşlar tarafından önerilerin ciddiyetle değerlendirilmediğini de ifade etmek gerekir. 15 ay kadar önce emekli subay sıfatımla Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd (ATASE) Dairesi Başkanlığı ve Harp Akademileri Komutanlığı’na dilekçeyle başvurdum. Yunanistan Harp Tarihi Dairesi’nin Balkan Harbi ve Küçük Asya Seferi (1919-1922) ile ilgili Yunanca resmi yayınlarının İngilizcelerini neşrettiklerini ve cüzi bir bedel mukabili bu yayınların satıldıkları adresleri bildirerek bu yayınların bizleri de birinci derecede ilgilendirdiği için temin edilmesini “arz ve teklif ettim”. Hiçbir olumlu dişe dokunur cevap alamadığım gibi başvurduğum makamlardan birisinin dilekçemi İstihbarata Karşı Koyma ile ilgili birime havale ettiğini de acıyla öğrendim. Yine Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı’na bir dilekçe vererek 60 küsur seneden beri neşredilmekte olan Harp Tarihi Belgeleri külliyatının hemen hiçbir kütüphanede tam koleksiyonun bulunmadığını, yaklaşık 130 sayı tutan bu belge derlemeleri ve çevrim yazılarının taranıp PDF formatında bir DVD halinde satışa sunulmasını teklif ettim. Böylelikle yakın dönem tarih çalışan akademisyen ve meraklı okuyuculara özgün kaynak sağlanabileceğini ifade ettim. Bilgi edinme yasası gereği cevap alabildim. ATASE arşivindeki bütün belgelerin dijitalleşmesi kapsamında dileğimin de gerçekleşeceğini öğrendim. Konuyu bilen kimselerden de mevcut personelle bu işin 250 sene gibi bir zamana ihtiyaç gösterdiğini duyunca maalesef teklifimin pratikte dikkate alınmaya değer bulunmadığı hissine kapılmış oldum.
MÜNFERİT OLAYLARI GENELLEŞTİRME
“Yazılanlar doğru ama çoğunluk eleştirdiğiniz gibi değil. Kuruma sadakatle hizmet etmiş kişilere haksızlık yapılıyor.”
Elbette ordumuzun neferinden generaline her seviyede sağlam personeli Balkan Harbi gibi büyük çözülme dönemlerinde dahi mevcuttu. Halen de ülke içinde ve dışında şeref ve itibarımızı da ordumuzun elbette düzgün personeli canı pahasına silahla korumaktadır. Sorun görevini profesyonel olarak yapan düzgün insanların uydurma gerekçelerle, yakın dönemde FETÖ lehine geniş ölçüde tasfiye edilmiş olmasıdır. Tabii unutulmaması gereken bir husus da güven, sadakat, itibar gibi değerlerin nesiller boyu bir dikkat ve gayret ile elde edilmiş iken ilkesiz, kıblesiz, liyakatsiz, geldiği makam ve rütbeyi hak etmemiş personel eliyle kurumun moral değerlerinin yerle bir edilmiş olduğu gerçeğidir. Bu yüzden rütbe ve makamının gerektirdiği değerler ve yaşayıştan yoksun kişiliklerin objektif ölçülerle teşhisi ve bunlara karşı gereken tedbirlerin alınması şarttır, kanaatini taşıyoruz.
“28 Şubat sürecinde üst kademenin değil, hiyerarşik makamların verdiği emirleri maksadı aşacak şekilde yorumlayan küçük rütbeli personelin hataları söz konusu olabilir. Ben gözlerimle gördüm, en yüksek askeri makama gelen şahıs kimseye haber vermeden kurban kestirdi. Bu gibi kimseleri eleştirmek doğru değildir.”
Yüksek makam sahipleri, direktiflerinin en aşağı kademedeki uygulamalarından da sorumludur. Bu özenin gösterilmediği, dahası esas problemin laikliği kendine göre yorumlayarak orduyu iç politikada bir güç unsuru kullanarak politize eden anlayışta olduğunu sanıyoruz. Dahası fikrimizce 28 Şubat süreci, kumpas davaları ve FETÖ fesadı olmasaydı dahi ordumuzda her şey olması gerektiği gibi yürüyor değildi. İşaret ettiğimiz dönüm noktaları yaşanırken de liyakate dayanan hemen herkes tarafından kabul edilen ve uygulanan üzerinde mutabık kaldığı bir norm sistemi maalesef mevcut değildi. Elbette bunun vebali de öncelikle yüksek rütbe ve makam sahiplerinin omuzlarındadır; uzman çavuş, başçavuş ve yüzbaşıların değil.
İnsanların gördüğü kamu hizmetine yansımaması şartıyla dini inanç ve dindarlıklarının tartışılması nezaketsizliktir hatta ayıptır. Ancak en yüksek askeri makama gelmiş bir kişinin Kudüs’te Ağlama Duvarında Yahudi kipası takması, temsil ettiği kurumun moral değerleri açısından ağır bir eleştiriyi hak edecektir. Ayrıca bir yanlış başka yanlışların kefareti olarak görülemez. Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli olmuş bir generalin terör örgütü üyeliğinden itham edilmesi ve tutuklanması elbette açık bir haksızlıktır. Bugün bu incitici uygulamayı savunan, geç de olsa, kimse kalmamıştır. Ama bu bize, kendileri de diğer subaylar gibi mütevazı ailelerden gelen bazı generallerin kendi subaylarına İngiliz kraliçesinin kuzeni edasıyla küçümseyerek tepeden bakmalarını hazmetme hakkı vermez.
Yakın geçmişte yüksek makam sahipleri bazen tercihlerini şahsi beklentileri için risk oluşturmayacak şekilde kullanmışlardır. Ama bu tarz tercihler kesinlikle astlar için kötü örnek olmuştur. Mesela 10 yıl kadar önce Harp Akademilerine Yunanistan’dan bir heyet gelmesi söz konusu olunca 1897 Türk-Yunan Harbi’nin yağlı boya tablosu duvardan indirilmiş ve bir daha yerine asılmamıştır!
Yaptığımız bu eleştiriler birilerinin olumsuz geçmişini itham etmek gibi şahsi bir gayeye yönelik değildir. Diğer kurumlarda benzeri arızaların olmadığı, bütün problem sahalarının orduya münhasır olduğunu da ileri sürmüyoruz. Sadece ordumuzun, Türk milletinin hak ve çıkarlarını silahıyla savunurken sahip olması gereken profesyonellik ve anlayışa hakkıyla kavuşmasını hayal ediyoruz. Bu çerçevede Türk Silahlı Kuvvetleri yeniden yapılandırılırken işaret ettiğimiz benzeri veya muhtemel simetrik hatalardan mümkün olduğunca kaçınılması umulmaktadır.
Makam sahipleri, direktiflerinin en aşağı kademedeki uygulamalarından sorumludur. Bu özenin gösterilmediği, dahası esas problemin laikliği kendine göre yorumlayarak orduyu iç politikada güç unsuru kullanarak politize eden anlayışta olduğunu sanıyoruz.Karar
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.