Erzurum'un eski bakanı Gıyaseddin Karaca... Denizlerin idamına "Evet" diyenler yargılanacaktı
Beş dönem milletvekili, CHP’de “TBMM Grup Yönetim Kurulu Üyesi”, AP’de “Devlet Bakanı” ve “Grup Başkan Vekili” olarak görev yapan siyasetçi Gıyaseddin Karaca, Odatv WebTv Genel Koordinatörü Pınar Saraçoğlu’nun sorularını yanıtladı.
Erzurum Güncel- Gıyaseddin Karaca, Denizlerin idam kararının oylamaya sunulduğu gün neden çekimser oy kullandı? CHP’de aday adayı olduğu dönemde nasıl tehdit edildi? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın "Türkiye'yi darbe anayasasından kurtaracağız” ifadeleri üzerine ne düşünüyor? İşte cevapları…
Milletvekili adayı olmanızı kimler destekledi? CHP’de aday adayı olduğunuzda bir tehdide maruz kaldınız. Neden tehdit edildiniz ve bu kişi kimdi?
G.K: Tarihi 15 Ekim 1961 olarak açıklanan genel seçimlerde Erzurum’da CHP’den milletvekili aday adayı olmaya karar vermiştim. Bu konuda girişimlere başladığımda, beklediğimin aksine CHP Erzurum teşkilatından değil, Adalet Partisinden destek ve teklifle karşılaştım. İlginç önerilere muhatap kalıyordum, doğrusu. Adalet Partisi İl Başkanı’nın önerisi, “Gel bize katıl. Ön seçimi düşünme. Biz seni direkt aday yaparız. Harcamalarını da karşılarız.” şeklindeydi. Yeni Türkiye Partisi Erzurum İl Başkanı da ısrarcıydı.
Tüm bunlar, siyaset oyununun bir parçasıydı. Ailemin Hınıs ve çevre ilçelerdeki gücünü biliyorlardı. Bölgede sevilen ve takdir edilen bir hâkim olduğumu da hesaba katmış olmalılar.
Beni tehdit eden ise CHP’li Reşat Budak’tı. Avukat Reşat Budak.
SEÇİME GİR ANCAK HADDİNİ BİL
Ön seçimin bir gün öncesi. Memleketim Hınıs’tayım. Reşat ağabeyin geldiğini görünce hemen yerimden kalktım. Masama davet ettim, “Çay ikram edeyim.” dedim. CHP’liydi, Reşat ağabey. Hınıs’ta ön seçim, onun başkanlığı ve yönetiminde gerçekleşecekti. Geldi, karşıma oturdu. Yüzü gergin, sıkıntılı, hali bir tuhaf… “Seninle görüşeceğim bir konu var.” diyerek söze başladı.
“Bizim babalarımız dost. Ecdadımızın bağı var. Bu bağ, halen de devam ediyor. Sen geldin ve milletvekilliğine aday oldun. Bize danışmadın. Bizim haberimiz bile olmadı. Halbuki Cevat Dursunoğlu da adaydı. Cevat Dursunoğlu’nu biliyorsun; adının ardından Atatürk çıkar. İnönü çıkar. Halk Fırkası çıkar. Dursunoğulları’nın Erzurum’da nasıl bir aile olduğunu da iyi bilirsin. Şimdi, yarın ön seçim yapılacak. Bizim örf ve ananemizde büyüğe saygı esastır. Sakın ola ön seçimde Cevat Dursunoğlu’ndan fazla oy olmak gibi bir gayrete girme. Hınıs’ta da girme, Erzurum’da da girme. Delegeye de o yönde telkinde bulunma. Aman ha dikkat et. Dursunoğlu’ndan fazla oy alırsan büyük hata yaparsın. Geleceğin için hiç iyi olmaz bu.”
Ancak “ağabey” dediğim Reşat Budak’ın bana, “Seçime gir ancak haddini bil. Cevat Dursunoğlu’nu geçmeyi düşünme.” diyebileceğini ve hatta, “Geleceğin için hiç iyi olmaz bu!” cümlesi çerçevesinde gözdağı verme gayreti içine girebileceğini aklımdan geçirmezdim, doğrusu.
88 YAŞINDAKİ PAŞA YALVARDI
Denizlerin idam kararı oylamaya sorulduğunda siz neden çekimser oy kullandınız?
G.K: Ben bir hukukçuyum. Siyasete girmeden evvel yıllarca ağır ceza hakimliği yaptım. Hakimlik yaptığım dönem de dahil olmak üzere, idam cezasına felsefi olarak karşı oldum. Islah edici özelliği olmayan ve hata halinde geri dönüşü mümkün olmayan bu cezayı vicdanımda hep sorgulamışımdır. Ağır ceza hakimliği yaptığım dönemde en büyük duam bir gün idam cezası vermek zorunda kalmamaktı. Çok şükür ki, görevim süresince böyle bir karar vermek durumunda da kalmadım. Çekimser kalmamdaki en büyük etken budur. Kaldı ki, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının fiilen işledikleri banka soygunu, adam kaçırma vesaire gibi suçlar Türk Ceza Kanunu’na göre idam cezasını gerektiren suçlardan da değildi. İdamlarına gerekçe olan “anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” suçlaması ise her türlü esnetmeye ve suistimale açık bir siyasi suç kapsamındadır. Nitekim bugün Türkiye’nin ve dünyanın değişen şartlarında, bu idamlar yakın tarihi bilen sağ görüşlü insanların bile vicdanlarında meşruiyet bulmuyor.
O oylama gününe dair neler var aklınızda? Evet oyu kullananlar mesela, onlarla aranızda geçen diyaloglar vs. neler hatırlıyorsunuz?
G.K: İdam oylaması ile ilgili milletvekili arkadaşlarıma hitaben yaptığım konuşmalarımda bu kararın yanlışlığını anlatmaya çalıştım. Bugün çok bilinen Muhittin Muğlalı örneğini verdim. Muhittin Muğlalı’nın verdiği infaz hükmünün bugün hala CHP’nin üzerinde kalan bir yük olduğuna dikkat çektim. Bu cezaların toplumsal barış üzerinde olumsuz etki yaratacağını ve geniş kesimler tarafından adeta bir intikam kararı olarak algılanabileceğini ifade ettim. CHP grubunun çoğunluğu bu idamlara karşı olmakla birlikte bazı arkadaşlar benim bu konuşmalarıma olumsuz tepkiler verdiler.
Oylama günü geldiğinde üzerimizde her iki tarafın da büyük baskısı olmuştu. O gün Meclis’in etrafı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı destekleyen gruplarca sarılmıştı. Hatta bir de dedikodu yayılmıştı; idama “Evet” diyenler, -sözde- kaçırılacaktı. Geniş güvenlik tedbirleri alınmıştı, Meclis’te. İçeride de adam adama markaj yapılıyordu. Bizim partide de bazı arkadaşlar, bir diğerinin oyuna etki etmeye gayret ediyorlardı. Oylamada, gruptan bir yönetici arkadaş gelip yanıma oturdu. Onun, “Kabul” oyu kullanmam yönünde telkini vardı. Açık bir şekilde, “Ben idama oy vermem!” dedim, çekimser oy kullandım. Bu arada oylamaya girmeyen çok sayıda arkadaş oldu. Bunu da garipsedim. Milletvekilinin vazifesi oturumlara iştirak etmek, düşüncelerini söylemek, söyleyemiyorsa da karar safhasında önündeki düğmeye basarak vicdani kanaatini ortaya koymaktır. Üç oy seçeneğimiz vardı: Kabul, ret ve çekimser. Bu arkadaşlar “çekimser” de kalabilirlerdi. Bana göre çekimser kalmak, kişinin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının eylemlerini tasvip etmediği ancak bu genç insanlar hakkındaki idam kararının infazını da onaylamadığı anlamına geliyordu. Oylama sonuçları açıklanıp, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde idamlar onaylanınca alkışlayan milletvekilleri olduğunu üzülerek tarihe not düşüyorum. Birbirlerini tebrik edenler, “Hemen asılsın!” diye bağıranlar… Adalet Partisi ve Demokratik Partili bazı arkadaşlar, -ne acı ki- bunu bir rövanş gibi algılamıştır. Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamı ortak acımız değilmiş gibi, Gezmiş, Aslan ve İnan hakkındaki idam kararlarının kabul edilmesinin ardından Meclis’in vakarına yakışmayacak tezahürat yapanlar da olmuştur. Üzücü ve düşündürücüdür.
Karara karşı İsmet Paşa nasıl bir mücadele verdi? Sizin gözünüzden yaşananları anlatır mısınız?
G.K: İsmet Paşa, üç gencin idamını önlemek ve cezalarının müebbet hapse çevrilmesi için büyük çaba sarf etti. Meclis’te yaptığı konuşmada, 27 Mayıs yargılamaları sonucu idama mahkûm olan Başbakan Menderes ve iki bakanının infazını önlemek için var gücüyle çalıştığını hatırlatmış, siyasi suçlardan dolayı idam olmaması gerektiğini vurgulamış ve bu yönde bir kanun çıkarılmasını teklif etmiştir. İsmet Paşa’nın, Cumhurbaşkanı Sunay’ı ziyaret ettiği, kararın infazının durdurulması adına dil döktüğü ve hatta, “Ben size yalvarmaya geldim; anlayış göstermiyorsunuz…” dediği bilinmektedir.
Savaş meydanlarından gelen, ülkenin kurucuları arasında yer almış ve yaşamı boyunca nice ölümler görmüş 88 yaşındaki Paşa’nın yalvarması, ne yazık ki sonucu değiştirememiştir.
CHP KULİSİ
CHP’nin 18. Kurultayı’nın gerçekleşeceği dönem, CHP’nin de ilk parçalandığı dönem oldu. CHP o günlerde iki gruba ayrıldı… Bu kırılmayı hazırlayan etken neydi?
G.K: Meclis’te, Cumhuriyet Senatosu ile Millet Meclisi Genel Kurul salonlarının arasındaki hol, “CHP kulisi” olarak anılıyordu... CHP kulisi, parti içi mekanizmaların nispeten demokratik işlemesi nedeniyle AP kulisine kıyasla daha da renkli olurdu. Hele ufukta kurultay var ise...
1966 yılının Ekim ayındaydık. CHP 18. Kurultayı için gün sayıyorduk. Delege heyecanlı ve gergindi. Basının, “Ecevit Solları” adını taktığı, ortanın solu söylemini savunan grup ile “Ortanın Sağı” ve “Göbekçiler” grupları arasındaki görüş ayrılığı günbegün keskinleşiyor; Meclis’teki CHP kulisi, tartışmaların etkisi altında, bir dolup bir boşalıyordu. Öyle anlaşılıyordu ki, Cumhuriyet Halk Partisi 18. Olağan Kurultayı, “ortanın solu” söyleminin savunucuları ile buna karşı çıkanlar arasında kıran kırana mücadeleye sahne olacaktı. “Ortanın solu” söyleminin önderliğini Bülent Ecevit yürütüyordu. Ecevit ve arkadaşları, CHP’nin, 1965 Genel Seçimi ve 1966 Senato Yenileme Seçimlerinde uğradığı oy yitimine karşın bu söylemde ısrar ediyor ve başarısızlığa neden olarak, teşkilatın bunu yeterince anlatamamasını ya da söylemin içinin doldurulamamasını gösteriyorlardı. Bizler, bu görüşe katiyen katılmıyorduk. “Biz” derken, 76 CHP’liden bahsediyorum.
ORTANIN SOLU
CHP’nin solculara bırakılamayacağı görüşü, ortak paydamızı oluşturuyordu. Eski Hatay Cumhurbaşkanı ve CHP Kurultay Delegesi Tayfur Sökmen’in dağıttığı broşürlerde haykırdığı gibi, “CHP ortada” idi. Sökmen, bir adım daha ileri gidiyor ve tıpkı seçim meydanlarında söylemleriyle bizi köşeye sıkıştıran AP üyeleri gibi, “…Ortanın Solu Moskova yoludur!” diyordu.
Ecevit ve ekibi, yaşı iyice ilerleyen Paşa’nın çevresini son yıllarda kuşatmış; genel başkan ve genel sekreteri arasında, özellikle “ortanın solu” açılımının ardından, maalesef görüş farklılıkları oluşmuştu.
İLK KAPIŞMA
Kurultay, 18 Ekim 1966 tarihinde açıldı. İki grup arasında ilk kapışma Kurultay Divanı ve Divan Başkanı seçimlerinde yaşandı. Ortanın solu söyleminin adayı Muammer Aksoy Divan Başkanlığı’nı kazandı. Aksoy ile diğer aday Sırrı Atalay arasındaki fark sadece 74 oy idi. Parti Meclisi seçimi ise önümüze bambaşka bir sonuç çıkarmıştı. En yüksek oyu, her iki grupla da bağlantısı olmayan bir isim, Nihat Erim almıştı. Turhan Feyzioğlu dördüncü, Bülent Ecevit ise ancak yedinci sıradan seçilebilmişti. Nitekim Bülent Ecevit, 24 Ekim 1966’da toplanan CHP Parti Meclisi’nde 43 üyeden 31’inin oyunu alarak CHP Genel Sekreterliği’ne seçildi. Kemal Satır dönemi noktalanıyordu. Parti için önemli bir kırılma anıydı bu; zira Bülent Ecevit, bu tarihten itibaren tüm olanaklarıyla teşkilata yönelecek ve CHP il ve ilçe teşkilatlarında kadrolaşmak adına hamleler yapacaktı.
İLK KURBAN İLK İHRAÇ
Ne yazık ki bu sonuç, parti içinde bir uzlaşı zemini sağlamak adına kullanılamadı. Aksine, Ecevit ve arkadaşları, karşıt fikirleri yok etmek ya da kendilerinden olmayanları elimine etmek adına var güçleriyle saldırıya geçtiler. Ortanın solu anlayışına bayrak açan öncülerden biri, Edirne Senatörü Tahsin Banguoğlu ilk kurban oldu; Ecevit ve arkadaşlarının ağırlıkta olduğu Merkez Yönetim Kurulu kararı ile partiden ihraç edildi. CHP’nin siyasi partiler yelpazesindeki yerini “ortanın solu” olarak tanımlayan bildiriye itiraz eden Turhan Feyzioğlu ve sekiz arkadaşı için de benzer bir son öngörülüyordu. 28 Nisan 1967’de toplanan CHP Dördüncü Olağanüstü Kurultayı’nda iki kanat son kez çarpıştı. Bu kurultayda Feyzioğlu ve arkadaşların partiden ihraç edilebilmesi için her türlü alt yapının hazırlandığı doğrudur. Tüzük değişikliği ile, Parti Meclisi ve Parlamento Üyeleri’nin Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk yetkisi doğrudan Parti Meclisi’ne verilmişti. Parti içi muhalefetin kaderi Ecevit ve arkadaşlarının iki dudağı arasına bırakılıyordu, böylece. Feyzioğlu ve arkadaşları olacakları beklemediler; CHP Genel Merkezi’ne istifalarını gönderdiler.
Ancak bize “Bölünmemeliyiz!” telkininde bulunan Turhan Feyzioğlu, 30 Nisan 1967’de CHP’den ayrıldı. 12 Mayıs 1967’de Güven Partisi’ni kurdu. Güven Partisi, parlamentodan, CHP’nin koynundan koparak doğmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılan milletvekili ve senatör sayısı, Turhan Feyzioğlu ile birlikte 48’dir. “Ortanın solu” söyleminin neden olduğu ilk kopuştu bu.
DARBE ANAYASASI
12 Eylül’ün ardından düzenlenen 1982 Anayasa’sı bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da sık sık dilinde… Anasaya bugüne kadar pek çok kez değişikliğe uğrasa da Erdoğan "Türkiye'yi darbe anayasasından kurtaracağız” ifadeleri kullanıyor. Eski bir siyasetçi olarak buna yorumunuz nedir?
G.K: 12 Eylül darbesinin üzerinden neredeyse elli yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, ortaya tamamen sivil irade ile oluşmuş yeni bir anayasa koyulamamış olmasını bu ülkenin bir ayıbı olarak telakki ederim. Anayasalar doğası itibarıyla esasen siyasi iktidarların hakimiyet alanlarını kısıtlayan ve bu alana çerçeveler çizen metinlerdir. Belki de bu sebeple bugüne kadar hiçbir siyasi parti yeni bir anayasa konusunda iştahlı ve samimi olmadı. Özgürlükçü sivil bir anayasa bu ülkenin hakkı ve talebidir. Ancak yine siyaset bilimi açısından bakıldığında, anayasalar birer sosyal kontrat metinleridir. Yani toplumun en azından tamamına yakını tarafından kabul ve onay görme zorunluluğu vardır. Aksi takdirde sosyal kontrat özelliğini kaybeder ve toplumsal barışa katkı sunmaz. Toplumsal genel mutabakat esasına dikkat edilmek şartıyla getirilecek çağdaş ve özgürlükçü bir anayasa teklifinin kimden geldiğine bakılmaksızın herkes tarafından desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.