1. HABERLER

  2. İşte Darfur gerçeği!..
İşte Darfur gerçeği!..

İşte Darfur gerçeği!..

Darfur’da soykırım oldu mu? Müslümanlar Müslümanları katletti mi? Bu soruların cevabını aramak için Sudan’a gittim.

A+A-

Erzurum Güncel-Geçtiğimiz mart ayından bu yana gazeteci olarak Sudan’a gitmek, hele hele Darfur’a girmek kolay değil. Çünkü, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 4 Mart 2009’da Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir hakkında Darfur Bölgesi’nde soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemekten dolayı tutuklama emri çıkardı. O tarihten sonra Beşir hükümeti, bölgeye gazetecilerin girmesini yasakladı ve UCM’ye bilgi sızdırıyorlar gerekçesiyle 18 uluslararası yardım kuruluşunu sınır dışı etti. İşte, ağlayan topraklarda gördüklerim, yaşadıklarım... Sudan’da toplam dokuz gün kaldım. İlk iki günümü başkent Hartum’da, kalan 1 haftayı da Kuzey Darfur’un başkenti Niyala ve çevresinde geçirdim. Yüz binlerce insanın sığındığı mülteci kamplarına, uzaktaki ıssız köylere gittim. Çarşılarda, pazarlarda, mescitlerde, lokantalarda, kahvelerde gezindim. Öğretmenlerle, polislerle, imamlarla, tüccarlarla, kadınlar ve çocuklarla konuştum. Bembeyaz ve tertemiz bayramlıklarını giyinmiş binlerce insanla birlikte bayram namazı kıldım. Orta Afrika’nın parlak güneşi altında zifiri karanlık bir yoksulluğun içinde kıvranan insanların ikram ettikleri suları içtim. Boynu bükük bir şekilde benimle paylaştıkları bayram çöreklerinden yedim. Oysa bana, “Aman ha, sarı hummaya, mallaryaya yakalanırsın, sıtma olursun, sakın sularını içme, yemeklerinden yeme” demişlerdi. Aldırmadım. Her ayak bastığım hanede ölümün gölgesi dolaşıyordu. Son 6 yıldır süren iç savaş sırasında her aile en az bir canını yitirmişti çünkü. Kalan canlar ise eksilmişti. Bir kısmı kolsuzdu, bir kısmı bacaksız, kimi korkudan dilini yutmuş ve sessizliğe gömülmüştü, bazıları ise gözlerindeki ışığı kaybetmişti. Böyle eksik ve çaresiz bir şekildeyken bile gülüyordu yüzleri. Çünkü bayram günleriydi. Çarpışan iki taraf da Müslüman olduğu için, bayramlarda insafa gelip ölüm makinelerini susturuyorlardı. Senede yedi gün silah sesi duymadıkları için Müslüman olduklarına şükrediyorlardı... TEK ÇARE İNSANİ YARDIM VAKFI Darfur’a gitmenin tek yolu ise bir yardım kuruluşunun ekibine katılmaktan geçiyordu. İnsani Yardım Vakfı (İHH) bütün dünyada olduğu gibi Sudan’da da yıllardır çalışmalar yapıyor. Su kuyuları, okullar, hastaneler açıyor. Afrika’da göz hastalıkları ve özellikle katarakt çok yaygın. İHH, Hartum’da açtığı hastaneyle Afrika Katarakt Projesi’ni başlattı ve sadece buradaki hastanesinde son 3-4 yıl içinde 20 bin hastayı günışığına kavuşturdu. İHH gönüllüleri her kurban bayramında olduğu gibi bu yıl da Sudan’a gidecek ve kurban keseceklerdi. İHH’ya başvurdum ve bu yolculuğa katılmak istediği söyledim. Kabul ettiler ve vizemi çıkarıp pasaportumu verdiler. Bayramdan iki gün önce Hartum’a indik. Nil’in kıyısında bir zamanlar güzel olan bu şehir ne yazık ki köstebek yuvası gibi sokakları, toz duman içindeki çarşıları, karmakarışık trafiği ve kişiliksizleşmiş mimarisiyle köylerden müteşekkil bir koca kasaba gibiydi. İki gün Hartum’da kaldık çünkü Darfur’a gitmek için izin almamız gerekiyordu. İHH ekibinde toplam dört kişiydik. Pasaportumuza iliştirdiğimiz 4 vesikalık fotoğrafımızı İnsani Yardım Bakanlığı’na ulaştırdık. İzin çıktı ve ertesi gün Darfur’a uçmak için iç hatlar terminaline gittik. Yola çıkmadan önce bölgeye daha önce gitmiş olan arkadaşlarım, “Fotoğraf çekmek çok tehlikeli, aman ha sakın büyük makineyle gitme, el koyarlar” diye beni uyarmıştı. Bu yüzden Laica objektifli küçük Panasonic makinemi alıp yola çıkmıştım. Hartum’da fotoğraf çekerken önemli bir sorunla karşılaşmadım ama Darfur’a uçmak için iç hatlar terminalinde beklerken birkaç kare görüntü almak isteyince anında çevremde birkaç sivil görevlinin bittiğini fark ettim. Beni güvenlik ofisine çektiler ve makineme el koydular. Bir dizi sorunun ardından Türk olduğumu, yardım ekibinde görev aldığımı öğrenince havaalanında çektiğim tüm fotoğrafları silip “Sakın ola ki Darfur’da deklanşöre basmayasın” diye ikaz ederek fotoğraf makinemi bana iade ettiler. KATLİAMIN BAŞKENTİ NİYALA Dört saatlik gecikmeyle sabaha karşı Niyala’ya ulaştık. İHH ekibini bekleyen yerli mihmandarımız Emir el Hüseyin ile birlikte kalacağımız otele gidip yerleştik. Niyala köklü bir geçmişe sahip değil. Temelleri Osmanlı döneminde atılmış ama bugünkü şehir 1956 öncesinde İngiliz döneminde inşa edilmiş. Her yapı adası 6 dönümden oluşuyor. Kare planlı, tek katlı, avlulu ve bahçeli birer dönümlük arsa üzerine ferah ve geniş evler kurmuş İngilizler. Sokaklar ızgara planlı. Her sokağa belirli aralıklarla ağaçlar dikmişler. Ferah bir şehir kurmuşlar. Ama İngilizler gittikten sonra tek bir çivi çakılmamış bu kente. Bir zamanlar dümdüz olduğu belli olan sokaklar derin çukurlar ve irili ufaklı tepelerle alt üst olmuş. Kimsenin aklına bir kazma kürek alıp hayatlarını düzleştirmek gelmemiş. Arabalar bu tepeleri aşarak menziline ulaşmaya çalışıyor, çocuklar çukurları ve tepelerin ardını siper alarak askercilik oynuyor. Şimdi Niyala’nın arka sokaklarından çıkıp Darfur sorununa doğru ilerleyelim. 5 SORUDA DARFUR 1- NERESİ BU DARFUR? Darfur, Sudan’ın batısında, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad ve Libya’nın sınırında bir eyalet. Kuzey, Batı ve Güney Darfur (Şimal, Garp ve Cenup) olarak isimlendirilen üç idari bölgeye ayrılmış olan 510 kilometrekarelik (yani Fransa büyüklüğünde) bu eyalette çoğunluğu siyah Afrikalılardan oluşan 6 milyon insan yaşıyor. Niyala Darfur’un en büyük, ülkenin de ikinci kalabalık kenti. Bundan 6 sene önce şehirde yaklaşık 2.5 milyon insan yaşıyordu. Ama iç savaşta yakılıp yıkılan köylerden kaçan iki milyon insan da kentin çevresine yerleşince nüfus 4.5 milyona ulaştı. Böylece neredeyse tüm Kuzey, Batı ve Güney Darfur, Niyala’da toplanmış oldu. Uçsuz bucaksız kırlar ise hükümetin milis gücü olan ve Cancavit denilen vahşi saldırganlarla halkın “Tura-Bura” dediği siyah savaşçılara kaldı. 2- BÖLGEDE NEYİ PAYLAŞAMIYORLAR? Darfur sorunu aslında 2003 yılında başladı ama olayları anlamak için 1983’e gidip Güney Sudan bölgesine doğru inmek gerekiyor. İran’daki devrimden sonra uluslararası güçler dünyada petrol kaynaklarına artık eskisi kadar kolay ulaşamayacaklarını anlamışlardı. Bu nedenle yeni rezervler ve daha önce tespit edilip önemsenmeyen kaynaklara yönelmeye başladılar. Neticede Sudan’ın güneyinde bin yıllardır yatıp duran petrol kaynakları akıllarına geldi. Bu kaynakların bir bölümü aralarında amansız bir rekabet sürdüren İngiliz, Fransız ve Amerikan şirketleri tarafından işletiliyordu. Ama devrin Sudan hükümeti söz konusu şirketlerin, mevcut şartlarla yeni petrol kuyusu açmalarına izin vermiyordu. Hükümet, biraz titrek bir elle de olsa bu şirketlerin önüne daha adil paylaşımı öngören anlaşmalar sürüyor lakin geri çevriliyordu. 3- İLK KİM BAŞLATTI? Ne olduysa oldu, Sudan’ın bu bölgesinde yüzyıllardır sessizce yaşayan siyahi Hıristiyanlar ve Animistler 1983’te ansızın ayaklandı. Birkaç farklı fraksiyona bölünmüş olan isyancılar dağınıktılar. Sudan hükümeti ayaklanmacıların üzerine büyük bir ordu gönderdi. Tam bu sırada John Garang adlı bir subayın ismi öne çıkmaya başladı. 1945 doğumlu Garang, Amerika’da Iowa Eyalet Üniversitesi’nde zirai ekonomi üzerine doktora yaptıktan sonra yine ABD’de askeri eğitim almıştı. Döndükten sonra Sudan ordusunda görev alan Garang, orduda subayken güneydeki isyanı bastırmak için 1983’te güneye gönderildi. Ancak Garang, Sudan’ın güneyinde ayrılıkçı bir hareket olan Sudan Halk Kurtuluş Hareketi’ni (SPLM) kurarak örgütün siyasi kanadının başına geçti. İsyan daha da büyüdü. 4- EL BEŞİR’İN SUÇU VAR MI? Sudan’da iç karışıklıklar sürerken 1989’da ordu Tuğgeneral Ömer Hasan Ahmet el Beşir liderliğinde bir ihtilal yaptı. Darbecilerin ilk işi tuğgeneral olan Ömer el Beşir’i “Mareşal” yapmak oldu. Mareşal el Beşir de ilk iş olarak bölgede beyaz Araplardan oluşan Cancavit, yani “silahlı süvari” adı verilen milis teşkilatını kurdurdu ve ordunun yedeğinde siyah isyancıların üzerine saldırttı. Cunta yönetimi, sığır ve deve çobanlarından oluşan, şehir ve medeniyet yüzü görmemiş bedevi kabilelerinden oluşan Cancavitler’e güneyin yeşil topraklarını vaat etmiş, petrolden kendilerine pay vereceğini söylemişti. Onlar da bütün varlıklı köyleri yağmalamış, önüne gelen erkekleri öldürüp kadınlara tecavüz etmeye başlamıştı. Askeri yönetimin başa geçmesinden sonra güney bölgesi tam bir arap saçına döndü ama bütün çabalara rağmen Beşir’in ordusu Garang’ın kuvvetleri karşısında mağlup olmaktan kurtulamadı. 21 yıl süren bu savaş sırasında 2 milyon insan öldü, 5 milyon kişi de yerinden yurdundan oldu. Sonunda Hartum hükümeti, SPLM ile 2005 yılında bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı ve John Garang, merkezi hükümette başkan yardımcısı, yani Ömer el Beşir’in yardımcısı olarak göreve başladı. Fakat yeni işine başladıktan 7-8 ay kadar sonra şaibeli bir helikopter kazasında hayatını kaybetti. Kimileri SPLM liderini Beşir’in öldürttüğüne inanıyor, kimileri de Sudan petrolleri işletmesinin Çin ve Malezya’ya verilmesini onayladığı için Garang’ın ipinin Batılı güçler tarafından çekildiğini savunuyor... 5- MÜSLÜMAN MÜSLÜMANI NİYE KATLEDİYOR? Güney Sudan’la yapılan anlaşma sonucu bütün Cancavit kuvvetleri bölgeden çekilmek zorunda kaldı. Ama talancılar bu sefer Darfur’un münbit topraklarına göz dikmişlerdi. Uçsuz bucaksız topraklara sahip olan ama ülke ekonomisinden zerre kadar pay alamayan Darfur, “Furların diyarı” anlamına geliyor. Siyah Müslümanlardan oluşan Furlar, Sudan’ın en eski yerleşik kavimlerinden. İngilizler ve Mısır 200 yıl boyunca Darfur’a egemen olmaya çalışmış ama bu asi duruşlu Darfur Sultanlığı 1916’ya kadar Osmanlı’ya bağlı kalmayı başarmıştı. Çiftçilikle uğraşıp kendi yağıyla kavrulan eyalet hem kuraklıktan hem de güneyden bölgeye sızan Cancavit saldırılarından bıkarak 2003 yılında isyan bayrağını çekti. Hükümet kuvvetleri ve Cancavit milisleri, güneydeki Hıristiyan ve Anemistlere davrandığından daha acımasızca saldırdılar Darfurluların üzerine. Kuzey-güney savaşı sıra-sında büyük fedakarlıkta bulunan ve gönüllü on binlerce vatandaşını savaşta kaybeden Darfur ahalisi direnmeyi sürdürdü. Ve son 5 yıl içinde Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre 300 bin sivil hayatını kaybetti, bunun iki katı insan da sakat kaldı. Eyaletin taşınır ve taşınmaz bütün varlıkları da tıpkı kendileri gibi Müslüman olan Cancavitler tarafından yağmalandı. Bu savaş sırasında, beyaz Araplar (aslında onlar da beyaz değil açık siyah), siyahi Müslüman olan 60 bin civarında kadına ve kızwçocuğuna tecavüz ettiler. Bunu da hükümetin ve ordunun gözetiminde yaptılar. Cancavitler artık o kadar palazlandılar ki başına buyruk hareket ederek Hartum’u dinlemez oldular. Yakında Sudan devletinin başına bela olmaları bekleniyor. İşte Darfur’un kısa hikayesi böyle. Şimdi tekrar Niyala sokaklarına inelim ve kaldığımız yerden yolculuğumuzu sürdürelim. SORU SORDUK FAALİYET RAPORU ALDIK Niyala’ya indikten sonra Kuzey Darfur eyaletinin Enformasyon Bakanı ile bir araya geldik. İnsani yardım kuruluşlarından da sorumlu olan bakan bize çay-kahve ikram ederken biz de bakana çeşitli konularda sorular yönelttik. Bakan, “Bir ara soruların hepsine birden cevap verilecektir” diye geçiştirdi. Hakikaten de sözünü tuttu ve yolculuğun son günü elimize sorularımızın cevaplarının bulunduğu bir flaş bellek verdi. Fakat bu belleğin içinde eyalet hükümetinin son 4 yıllık faaliyet raporu vardı. Yollar, camiler, okullar ve su kuyuları yapmışlar, durmadan çalışmışlardı. Ama Türkiye’den gelen gönüllülerin yaptığı 200’e yakın su kuyusunu, birkaç cami ve okulu da kendi icraatları arasında saymakta beis görmemişlerdi. BİR MİLYONDAN FAZLA ÇOCUK ÖKSÜZ YA DA YETİM Yazının girişinde sözünü ettiğim avlulu evlerden biri otele dönüştürülmüş. Darfurlu bir ailenin işlettiği otelin yatakları bizim bundan 40 yıl önce kullandığımız yaylı somyaların üzerine oturtulduğu için hamak gibi bombeliydi. Ve herhalde 4-5 yıldır da yıkanmamıştı. Sudan’ın bütün kokusunu bünyesinde barındıran yatağımda, bir o yana bir bu yana yamularak sabahı zor ettim. Gün ağarınca yetimlerin toplandığı yardım kuruluşunun merkezine gittik. Bu bir türlü bitmeyen savaştan dolayı ülkede bir milyondan fazla çocuk yetim ve öksüz. Türk yardımseverlerin gönderdiği hediyeleri bu çocuklara dağıtırken çocukların durmaksızın kırılmış gönüllerinin bir parçacık olsun birleştiğini gördüm. SAZDAN YAPILMIŞ EV, CAMİ VE OKULLAR Evlerin büyük bir bölümü sazdan yapılmış. Camiler de sazlardan, okullar da. Uğradığımız her köyde insanlar kendi olanakları nispetinde bize bir şeyler ikram etmek için çırpınıyordu. Bütün ailesini savaşta kaybetmiş bir köylü kadın sürahi içindeki suyunu bize ikram etmek için ısrar ediyordu. Su kıymetli çünkü, uzaklardaki kuyulardan başlarına yükledikleri bidonlarla taşıyorlar. Bunca yoksulluğun içinde kadınlar ful makyajlı. Sudan Müslümanlığında tesettür bizdeki geleneksel örtünme biçimini andırıyor. Kadınlar saçlarının yarısını açıkta bırakan rengârenk başörtüleriyle ortalıkta. Haremlik selamlık yok. Kadınlarla erkekler iç içe ve birlikte hareket ediyor. BUZCUYA BUZ TÜYOSU Arife günü olduğu için Niyala pazarında bayram telaşı vardı. Toz duman içindeki pazarda insanlar imkanları doğrultusunda filelerini doldurmak için çabalıyorlardı. Çarşıdaki esnafın çoğu dul kadınlar. Çünkü hükümet eşini kaybetmiş kadınların dükkan ya da tezgah açmalarına sesini çıkarmıyor. Evlerde beyaz eşya oranı çok düşük. Bulaşık makinesi kullanan da yok denecek kadar az. Buzdolabı kullanan ev oranının ne kadar olduğunu anlamak için sanırım pazardaki buzcuların sayısına bakmak yeterli. Çarşısında gördüğüm buzcu manzarası beni, buzdolabının lüks sayıldığı çocukluğumun İstanbul’una götürdü. Buzculardan birine yanaşıp, “Biraz ilerde bir marangozhane gördüm. Git oradan talaş al. Bu kızgın güneşin altında buzu böyle çıplak satma, sermayeyi çabuk eritirsin” dedim. İlgiyle dinleyip, “Ama bu kirlenir” dedi. “Yongadır, temizdir, talaş buzu kirletmez” dedim. “Nereden biliyorsun” diye diklenince, “Ben de eski bir buz girişimcisiyim, bilirim. Çocukken Tahtakale’nin sokaklarında buzlu su satardım” diye cevap verdim. Yanımdaki Darfurlu arkadaşıma, “Kafayı mı yemiş bu beyaz adam” dercesine baktı. Daha fazla ısrar etmeden sessizce uzaklaştım... DOZER YOK AMA TANK, TOP GIRLA Muhalif tek bir gazete yok, bütün radyolar ve televizyon devletin elinde ya da denetiminde. Uçsuz bucaksız toprakların neden verimli bir şekilde kullanılmadığını soran yok. Sanki her şey güllük gülistanlık. Niyala’da asfaltlanmış tek bir sokak bile yok. Çünkü şu anda 4.5 milyon nüfusu barındıran bu şehirde dozer yok. Ama ülkenin en önemli şehirlerinden birine bir tane bile dozer getirmeyen askeri yönetim buraya yüzlerce tank, cemse, bombardıman uçağı, ağır makineli tüfek getirmeyi ihmal etmemiş. “İNSANİ” İŞLER BAKANI Uluslararası Ceza Mahkemesi, BM Güvenlik Konseyi’nin 2005 yılında verdiği bir kararla Darfur’la ilgili soruşturma başlattı. Soruşturmanın ardından Mayıs 2007’de Ahmed Muhammed Harun (Sudan eski İçişleri Bakanı) ve Ali Muhammed Ali Abdal Rahman (Ali Kushayb olarak da bilinen Cancavit lideri) hakkında UCM tarafından tutuklama kararı çıkarıldı. Tutuklama kararları, Ağustos 2003 ve Mart 2004 tarihleri arasında Sudan Silahlı Güçleri ve Cancavitler tarafından gerçekleştirilen saldırılarda Kodoom, Bindisi, Mukjar ve Arawala kasabalarında işlenen ve 1000 kişinin ölümüyle neticelenmiş suçlarla ilgiliydi. Tutuklama kararları Sudan hükümeti tarafından bugüne kadar infaz edilemedi. UCM savcısı bu konudaki raporunu ve şikayetini BM Güvenlik Konseyi’ne sundu. Ancak Ömer el Beşir, hakkında tutuklama kararı çıkarılan Ahmed Harun’u “İnsani İşler Bakanı” olarak atadı. UCM, Darfur soruşturmasını derinleştirince işin ucu Ömer el Beşir’e kadar dayandı. Ve mahkeme 4 Mart 2009’da Beşir hakkında da tutuklama kararı çıkardı. Beşir, ertesi gün suçlamaları kabul etmediğini ilan etti. Bir kâğıt parçasından ibaret olarak gördüğü tutuklama emrinin “üzerine yazılan mürekkep kadar değeri olmadığını”, Lahey’deki mahkemenin tutuklama emrini “yemesi”ni söyledi. Ama bu kağıdı yedirmeden önce, tuvalet kağıdı olarak kullanacağını da açıklamayı ihmal etmedi. BEMBEYAZ CELLABİYELERLE BAYRAM NAMAZI Bayram namazı için şehir stadyumunda yerimizi aldık. Ben de bu günün anlam ve önemine binaen yanımda beyaz gömlek getirmiştim. Doğru da yapmışım çünkü bütün ahali bembeyaz cellabiyelerini giyip saflardaki yerini almıştı. Her aile yanında plastik esaslı kilimlerden getirip yere sererek büyük birer seccade ortaya çıkarıyordu. Stadyumun etrafı askerler tarafından kuşatılmış gibiydi. Çünkü eyalet valisi ve diğer mülki erkan da ön saflarda yerlerini almıştı. Namazın bitiminde davullar çalınca artık bu coğrafyada da bayramın başladığını anladım. Polis merkezinde de bayramlaşma vardı. Polis bandosu neşeli şarkılar çalıyor ve arada bir kafalarına göre caz yapıyorlardı. ÇATIŞMALAR DEVAM EDİYOR Bayramın ikinci gününden itibaren ekibimiz uzaktaki yoksul köylere doğru yol almaya başladı. Her 8-10 kilometrede bir askeri kontrol noktalarından geçiyorduk. Çünkü 12 kilometre kuzeyimizde Cancavitler, birkaç kilometre aşağımıza ise Tura-Buraların hakimiyet bölgeleri vardı. Biz ise tam ortadaki tampon bölgedeydik. Ki burası da güvenli değil. Çünkü arada bir her iki tarafın kuvvetleri tampon bölgeyi aşarak birbirlerine saldırıyor. Sözde ateşkes sürüyor ama bundan üç gün önce yapılan bir saldırıda güney bölgesinde onlarca insanın öldürüldüğünü anlatıyordu köylüler. FALLATİLER YÖRÜKLERİ ANDIRIYOR Gördüğümüz kamplar içinde en renkli olan Fallatilerinki. Erkekler ve kadınlar makyajlı. Yüzlerindeki boyalar doğal ot ve köklerden yapılmış. Kızlar başka türlü, evliler başka çeşit süsleniyor. Biraz bizim yörük ve Türkmenleri andırıyorlar. SUDAN USULÜ DİSKOTEK Akşama doğru “Bayram yeri” hareketleniyor. Atlı karıncaların, dönme dolapların olduğu bu yerde etrafı kilimlerle kapatılmış diskotekvari haneler var. Bu hanelerde Batı müziği çalınıyor, gençler durmaksızın dans ediyorlar. Bu mekanlar sadece hafta sonları ve bayramları gün kararana kadar açık. DANANIN KUYRUĞUNU ÜÇE BÖLDÜLER Köylerden birinde kurbanlar kesilip etler dağıtılmış, işkembeler, kelleler, paçalar da çoktan evlere gönderilmişti. Yakınlardaki mülteci kampında kalan üç yoksul kadın, bulunduğumuz yerde et dağıtıldığını duyup gelmiş ama çok geç kalmışlardı. Yerde danadan arta kalan bir kuyruk vardı. Kadınlardan biri sessizce eğilip bu kuyruğu aldı ve bir bıçakla üçe bölüp diğer arkadaşlarıyla paylaştı. Ve yine geldikleri gibi sessizce geri döndüler. Benimle birlikte bu manzaraya şahit olan İHH ekibinden bir arkadaşla kadınların peşlerinden koşup cebimizdeki paraların tümünü avuçlarına tıkıştırmaya çalıştık. Fakat almadılar. Üç saatlik yoldan geliyorlardı. Toplam 12 yetim çocukları vardı üstelik. Onları orada beklettik. Ekip şefi hızlı bir şekilde köyden bir koyun satın alıp hemen oracıkta kestirdi. Ve etlerin tümünü kadınlara verdi. HÜKÜMET AJANLARI CİRİT ATIYOR Bayramın üçüncü günü Niyala yakınlarındaki bir mülteci kampına gittik. Zerre adı verilen bu kampta yüzlerce derme çatma kulübenin içinde binlerce mülteci yaşıyordu. Mültecilerin neredeyse tamamı kadın ve çocuk. Çünkü bu kampta kalan kadınlar kocalarını bu kirli savaşta kaybetmişler, zengin ve verimli topraklarını terk edip çocuklarının ve kendilerinin canlarını buraya zor atmışlar. Burada kadınların hayatlarına dair fazla ayrıntıya girmek mümkün değil, çünkü kamplarda hükümetin ajanları cirit atıyor. Yazı ve fotoğraflar: Ersin KALKAN

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.