İstiklale açılan kapı: 3 TEMMUZ
İnsanlarda olduğu gibi devletlerin hayatında da dönüm noktaları yahut da yeniden doğuş vardır…
Tarih hükmünü icra ettiğinde…
Keşke… Ama… Lakin… Fakat…
Artık beyhudedir.
Naciye Sultan’a, Mustafa Kemal Paşa da talip olmuştu; ama O, Enver Paşa’yı tercih etti.
Şimdi bir lahza tasavvur ediniz.
Naciye Sultan, Mustafa Kemal’in saraya verdiği dilekçeye evet deyip evlenmeyi kabul etseydi, Milli Mücadele ve ardından İstiklal Harbi ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti gelir miydi?
Nasıl ki Enver Paşa, saraya damat olup mevki anlamında izzet ve ikbal gördüyse, aynı şey Mustafa Kemal için olacaktı.
Bu sebeple de bambaşka bir tarih yazılacaktı.
…
3 Temmuz’du sıcak bir yaz günüydü, vakit ikindiden sonra…
Otomobiller, Gez Boğazı’na doğru yavaş yavaş yaklaşıyordu.
Az sonrası için hiç kimsenin bir garantisi yoktu.
İstanbul işgal altında, padişah ve hükümet rehindi.
Ama o otomobildeki genç paşa, çıktığı yolun ne denli çetin olduğunu biliyordu; şimdiden sonuçlarına razı bir teslimiyetle, Milli Mücadele meşalesinin yakılacağı Anadolu’nun çatısı Erzurum’a koşuyordu.
Biliyordu ki Erzurum’da bu millet ya yeniden kendi küllerinden doğacak ya da zillet ve illet altında sersefil olacak.
Bu yolun sonunda ölüm, muhtemel bir nihayetti…
Buna rağmen “arabayı sür çocuk” dedi.
Yaklaştılar, yaklaştılar…
Tam karşılarında silahlarını kuşanmış süvariler duruyordu.
Mavi gözlü sarışın bir kurt da olsa önce insandı.
Manzara, hiç mi hiç sevimli değildi.
Elleri tetikteki süvariler adeta bir set gibiydi.
Dilde kelam, Gez Boğazı’nda yol tükenmişti.
Mavi gözlü sarışın kurt, sonra Nutuk’ta anlatacağı üzere kendi kendine, “bu iş buraya kadar” diyecekti.
Arabalardan indiler.
Süvari birliğinin en önünde kır bir atın üzerinde duran komutan, atından indi ve hızlı adımlarla, arabadan çıkan bu adamlara doğru koştu.
Vakit adeta donmuş, akşama yüz dönen güneş mahzun bir serinliğe bürünmüştü…
O komutan, mavi gözlü sarışın kurdun birkaç metre karşısında durdu.
Önce esaslı bir asker selamı verdi.
Sonra…
Sonra da, tarihin seyrini değiştiren o tekmili verdi:
“Ben ve kolordum emrindeyiz paşam.”
O gün 3 Temmuz 1919’du ve güneş Palandöken sırtlarından sıyrılmış artık Kargapazarı’nın yamaçlarında saklanıyordu.
Elbette ki o komutan Kazım Karabekir’di ve…
Kazım Karabekir’in elinde esasında İngiliz komiserinin dayatmasıyla da olsa İstanbul hükümetinden gelen, “Mustafa Kemal ve beraberindekiler görüldükleri yerde derdest edilerek mevcutlu olarak İstanbul’a getirilmesini” buyuran emir vardı.
Mustafa Kemal Paşa’nın kendi kendine, “galibe bu iş buraya kadar” dediği yerde, yeni bir ümit yeşerecekti ve bahtsız bir milletin mukadderatı bizzat kendi iradeleriyle filizlenecekti.
Bu sebepledir ki 3 Temmuz, tarihte her hangi bir günün ya da takvimdeki bir yaprağın adı değildir.
3 Temmuz, Erzurum Kongresi’ne giden yolda çıkılan o kutlu gündür.
52 gün 52 gece sürdü…
Erzurum, bütün bir yurdun hürriyete kavuşacağı sancılı bir muştunun adıydı.
Bir yanda işgalcilerin ve o işgalcilere yataklık eden işbirlikçilerin altın tepside sundukları konforlu, ama izzet fukarası bir hayat…
Öbür yanda ise, Mustafa Kemal’in vadettiği açlık, eziyet, şehitlik; lakin şerefli bir istiklal…
Erzurum 3 Temmuz’da, güneşin Doğu’dan doğduğunu bütün emperyalistlere bir kere daha ispatladı.
İstanbul, yorgun ve mağlup surlarının arkasında zifiri bir karanlığa bürünürken şarkta, milletin istikbalini yeniden ören şafak söküyordu.
Allah’ın izniyle, Türk yeniden muzaffer olacaktı…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.