Muhalif bir bilge CAN YÜCEL
12 Ağustos 2009, Can Yücel’in 10. ölüm yıldönümü... Diliyle, zekasıyla, birikimiyle, dünya görüşüyle Türk şiirinin başlı başına bir kolu olan, şiire yepyeni bir damar açan Can Yücel’in... “En güzel şiiri” olan yaşamını kağıda döker
29 yaşında, genç bir ‘muallim’ heyecan içinde bekler kapıda... Genç karısı ilk doğumunu yapıyordur içerde; acaba kız mı erkek mi? Ve ebe hanım kapıda belirir, katmerli müjdeyi verir. “Hem kız hem erkek”... Yıl 1926, günlerden 21 Ağustos. Sekiz yıl sonra Yücel soyadını alacak olan Hasan Ali Bey, ikiz çocuklarına Can ve Canan adlarını uygun görür. Adını posta ve telgraf nazırı büyükbabası Hasan Ali Bey’den alıyordur; babası ise Mevlevi müridi Ali Rıza Bey’dir Hasan Ali Yücel’in. İlk çocuklarının doğduğu yıl, Cumhuriyet de üç yaşına girmiştir henüz. Yapacak çok işi vardır bu kuşağın... İstanbul Üniversitesi’nden felsefe diplomalı Hasan Ali Bey, öğretmenlikle başlamıştır ülkesine hizmete... Önünde Milli Eğitim Bakanlığı’na varacak uzun bir yol vardır. ŞİİRDE GOL ATMAK Bu yolda ilk adım, 1932’de Türk Dil Kurumu’nun etimoloji bölümünün başına geçmek olur. Ne var ki, Boğaziçi İlkokulu’na başlamak üzere olan çocuklarından ayrı kalmak anlamına gelir bu. Memleket hizmet bekler düsturuyla çıkar yola. “Sevinçten uçardım hasta oldum mu,/ 40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a/ Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!” Can Yücel, kız kardeşi Canan ile birlikte Boğaziçi İlkokulu’na gider bu arada. Ama kardeşiyle devamlı kavga halindedir evde, aile çözümü Can’ı yatılı okula yollamakta bulur. Aynı şehirde yatılı okula yollanmak çok üzer onu, benimseyemez bir türlü. Nereden bilsin ki hayatı boyunca hiçbir şeyi benimsemeyecektir zaten. İyi bir futbolcu olmanın hayaliyle yaşar, 50 yıl sonra bile nasıl gol atacağı rüyasına girecektir. “Şiirde nasıl gol atacağını düşündüğü” günlerde... 10 YAŞINDA İLK ŞİİR İlk şiiri de bu sıralarda, henüz 10 yaşındayken düşer kalemine. Babasının Paris’ten getirdiği Beethoven ile Mozart plaklarının etkisiyle yazılır ilk dizeler: “Kuşların sesini severdi Beethoven/ Mozart’ın sevdiği gibi/ Dehaları geçti şaheser oldu/ Mozart’ın istediği adam oldu”. Ve bu ilk şiir, Peyami Safa’nın yönet-tiği, Cumhuriyet’in çocuk sayfasında okuyucuyla buluşur. Babası Hasan Ali Yücel, 1938 yılında Celal Bayar hükümetinin milli eğitim bakanı olduğunda artık ailenin de Ankara’ya taşınma zamanı gelmiştir. Bu kez Taşmektep’e yollanır çocuklar. Can “ahır gibi” der bu okula. Üstelik futbol da oynayamaz. Üstüne bir de “vekil oğlu” muamelesi gelince hiç sevmez. Ortaokul bitince Atatürk Lisesi’ne gider. Burada mutlu olur nihayet... Hele ki Cevdet Kudret, Nurullah Ataç gibi hocalarla... Klasik şubenin sekiz öğrencisi Latince öğrenir, Nazım okurlar burada. O sekiz kişiden biri de Gazi Yaşargil’dir. Birlikte yurtdışında okuma hayalleri kurdukları ve bu amaç uğruna harçlıklarını biriktirdikleri can dostu Gazi. PORTAKAL GİBİ PROTOKOL Vekil oğlu olmak ağır gelir Can Yücel’e, babasına tek parti rejiminden ötürü “Utanıyorum senden” deyip durur, binmez arabasına. Protokol onun lugatında “portakal gibi bir şeydir”. Protokolü küçümsemesi bu benzetmeyle kalmaz: “Resmi zevat ya da politikacılar evden telefonla babamı arardı. Genellikle telefonu ben açardım. Babamla benim ses tonumuz hemen hemen aynıydı. Arayan kişi ‘Arı hürmet ederim efendim. Zatıalileriniz uygun görürse’ diye bir konu anlatmaya başlar, ben de hiç araya girmez sonuna kadar dinlerdim ve sonra ‘Babam evde yok’ derdim”. Lise bittiğinde Hasan Ali Yücel oğlunu Nazi Almanya’sına göndermek istemediği için Gazi Yaşargil yurtdışına tek başına gidecektir, Can Yücel ise kendisi için biriktirdiği fonu arkadaşına verir. Kendisi bir süre Dil Tarih Fakültesi’nde Alman filolojisi okuduktan sonra babası tarafından Cambridge’e ‘yollanır’. Çünkü 1946’da, Türkiye’nin çokpartili düzene geçmesiyle birlikte Can Yücel’in muhalifliği daha somut bir kimliğe bürünür. DOĞUŞTAN MUHALİF Üniversitede okurken sol kanatta yerini alır, Dil-Tarih’teki İlerici Gençler Derneği’ne üye olur. Bunlar Hasan Ali Yücel’in kulağına gidince Can Yücel’in Cambridge yolu açılır. Burada Latince ve Yunanca okur. “Ben ömrümce muhalif yaşadım/ Devletçe de menfi bir TİP sayıldım/ Onun için kan grubum/ RH NEGATİF.” Londra’daki yakın arkadaşlarından biri Bülent Ecevit olur. Bir pansiyonun suit odasında Ecevit kalır (çünkü o basın ataşe yardımcısıdır), kalorifer dairesinde ise Can Yücel. Ama sabah olup da Ecevit işe gidince onun odasına yerleşir her gün. Bertrand Russell’dan ders alıyor olsa da Cambridge’de mutlu olmaz. Çünkü Latincesi okuldaki Katolik gençlerin çok gerisindedir, o da rotasını Linkfield’a çevirir. Öğrenci bursuyla, üç kuruşa zar zor geçinir. Hatta babası ziyarete geldiğinde ikramı mezarlıktan topladığı ebegümeci olur. Yemek yoktur ama sanat boldur; Avni Arbaş, Sadi Çalık, Bedri Rahmi, İlhan Koman gibi sanatçılarla dostluk eder, resim tarihini öğrenmek için Institute of Art’ın kapılarını aşındırır. Biraz orda biraz burada geçen eğitim hayatı diplomayla sonlanmaz. BABA BASKISI İLK KİTAP Ancak babasından yeni bir ‘talimat’ gelir, bu kez Türkiye’ye dönmesi konusunda. Hasan Ali Yücel için zor bir dönemdir; Demokrat Parti iktidara gelmiş, köy enstitüleri ‘komünist yetiştirdiği’ gerekçesiyle kapatılmış, ülkedeki siyasi tablo değişmiştir. Hasan Ali Yücel, bu sıkıntılı ortamda oğlu için çok önemli bir iş yapar ve ilk kitabı “Yazma”yı bastırır: “Babam ‘Bastıralım bunları’ dedi. Benim hiç elim değmedi kitaba. Şiirleri babama yolladım, o da özenmiş, Bedri Rahmi Bey’den rica etmiş kapağını. Bana da iki üç tane verdi. Kitap hiç satmadı değil, satışa vermedi babam”. 1953’te tek kitaplı bir şair olarak askere gider Can Yücel. Hem de Kore’ye, Türkiye’nin batı blokuna yakınlaşma çabasında girdiği savaşa... Komutanı ise Kore Savaşı’ndan sonra 27 Mayıs’ta Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk askeri darbesinin mimarlarından olacak Cemal Madanoğlu’dur. Buradan bir ‘kaçakçı imam’ hikayesiyle döner Can Yücel. Birliğin imamı, tugayda kaçakçılık yapar. Madanoğlu bunu fark edince imamı hapse attırır. Bir süre sonra serbest kalır imam ama bir daha kimseye namaz kıldırmaz. Can Yücel’in deyişiyle “imam efendi greve gitmiştir”. Askerlik dönüşü, Beyoğlu’nda bir odada Metin Eloğlu ile birlikte otururlar. Ne para ne de pul... Can Yücel Yeni Sabah’ta çalışıyordur, Metin Eloğlu ise ‘zaten’ çalışmaz. Bir gün Yücel’in annesi, “Bu Metin Bey ne iş yapar?” sorusuna şu yanıtı verir: “Şiir yapar, satar”. Oysa Yücel’e göre “Metin şiir yapar da, satamaz!”. Derken yine Ankara günleri başlar. Zaten o yıllarda, tek kentte geçen sabit bir düzeni yoktur. ÜÇ ÇOCUKLU AİLE Bu zor günlerde hayatının en büyük aşkıyla tanışır Can Yücel. Güler Yücel, Akademi’de öğrencidir o sıralarda. İlhan Koman bir gün ona “Can gelecek Ankara’dan” der. Can diye biri. Kim? Sorunun yanıtının da önemi yoktur aslında. Tanışırlar Güler’le Can ve bir hafta içinde aşk başlar aralarında. İki ay içinde de evlenirler. Yıl 1956. “Yaşamak düğünse, sen orda gelindin/ Seni soydum, Güler, dünyayı giyindim”. Artık ev geçindirmesi gerekiyordur, çevirmenliğe başlar. Bir de düzenli işi olur. Dönemin Devlet Su İşleri Müdürü Süleyman Demirel’in onayıyla kurumun Bornova merkezine girer. İki yıl boyunca iyi bir maaşla çalıştığı bu iş için şu yorumu yapacaktır yıllar sonra: “Her politikacı gibi Demirel’in de yararı ve zararı olmuştur bu ülkeye. Ama iş verdiği için bana yararı oldu”. 1950’ler sona ererken Ankara’da tarihçi Andrew Mango ile tanışır ve bir teklif alır o sıralar BBC’nin yöneticilerinden olan Mango’dan. Böylece Londra’ya gidip BBC Türkçe servisinde çalışmaya başlar. Sabahlara kadar çeviriler yapar burada, hele 27 Mayıs darbesi patlayınca iş yükü daha da artar. Bir yandan da şiir yazmaya devam etmektedir. Ama disipline gelmez kişiliği değişecek değil ya! Buruşuk gömlek, ütüsüz pantolonla gelip gider işe. Güler-Can Yücel çifti, beş yıl kaldıkları Londra’da, Yeni Hasan, Güzel ve Su’nun doğumuyla üç çocuklu bir aile olur. NAZIM’LA GELEN İSTİFA Bu çekirdek ailede Londra’da yaşayıp giderken 1961’in 26 Şubat’ında bir telefon gelir Türkiye’den. Güler Yücel’e “Hasan ölmüş der” yavaşça. “Hangi Hasan?” “Bizim Hasan, babam”. Yanına Shakespeare’lerini alıp gider cenazeye. “Hayatta ben en çok ok babamı sevdim/ Karaçalılar gibi yardanbitme bir çocuk/ Çarpı bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-/ Nasıl koşarsa ardından bir devin,/ O çapkın babamı ben öyle sevdim.” ÇEVİRİDEN MAHKUM Dönme vakti ise Nazım Hikmet’in ölümüyle gelir. 3 Haziran 1963’te Nazım’ın ölüm haberi geldiğinde, kahırdan kafayı çeker Can Yücel. Hem de gece nöbetinde: “Nöbette haberleri tercüme ettim. Belli bir saatte aşağı ineceğim. Masanın kenarında oturmuşum. Tıfla olmuşum, uyuma muyuma değil. Herifler aşağıda beni bekliyor. Dalmışım. O gün sabah yayını olmadı. Adamlar haklı olarak bu Can boykot yaptı falan diye, beni de tam sepetleme, istifamı istediler. Biz de istifayı bastık, Türkiye’ye geldik.” Basar istifayı, döner Türkiye’ye, Marmaris’e gelip turizm temsilcisi olur. Ola ki bu sırada sevdalanır yaşamının son yıllarını yaşayacağı Datça’ya. Eşi Güler Yücel de öğretmenlik yapar. Bir süre sonra, ver elini yeniden İstanbul... İlk kitabı “Yazma”nın ardından devam eder şiir yazmaya; Yenilikler, Beraber, Seçilmiş Hikayeler, Dost, Sosyal Adalet, Şiir Sanatı, Dönem, Ant, İmece ve Papirüs adlı dergilerde buluşur dizeleri okurla. Siyasi yazıları da Vatan, Demokrat, Söz gazetelerinde yayımlanır. İkinci şiir kitabı ancak 1973’te yayımlanır: “Sevgi Duvarı”. Zeki Coşkun’a göre bu kitaptaki şiirler “Hecenin kıskacında, Garip’in sokağa, küçük adama bakayım derken yarı lümpenleşmiş, havaileşmiş ikliminde, Nazım Hikmet’in gölgesinde folklorik açılım arayan ‘40 Kuşağı-Devrimci şiiri ve nihayet kendi deyimiyle ‘yanlış çeviri hareketi’nden doğan II. Yeni’nin ortamında son derece otonom, yerli, harbi, devingen, kendine mahsus ses taşıyan şiirlerdir”. Ama Can Yücel’in geçim kaynağı çevirilerdir. Başına dert açacak çeviriler... Yıl 1971, günlerden 12 Mart. Türk demokrasisi bir kez daha darbe alır. İşçi Partisi kapatılır, askeri mahkemeler harıl harıl mahkumiyet kararı verir. Can Yücel de payını Che Guevara’dan “İnsan ve Sosyalizm”; Mao, Che ve Amerikalı bir generalin yazdığı “Gerilla Harbi” çevirileri nedeniyle alır: 15 yıl. “Amerikan generalinin bokuna yedi buçuk sene yedik” diye anlatır Yücel: “Adam diyor ki: ‘Bir memlekette sosyal adaletsizlik çok büyük olursa, halk gerilla hareketine taraf çıkarsa, siz istediğiniz kadar tedbir alın, bunu durdurmanıza imkan yoktur‘. Adam, Amerika açısından anlatıyor. Bunda kusur bulundu”. Yine yanına Shakespeare’lerini alıp gider Adana Cezaevi’ne. Hepsini çevirmeden ölmek istemediği Shakespeare’leri. “Türkiye’nin Manimarkası’nda birşeyler kokuyor/ Kimine göre tuz, kimine göre et,/ Hamlet!/ Hamleeeeet!” SİNEK İLAÇLI DAKTİLO Cezaevi yılları onun için olduğu kadar Güler Yücel için de eziyetlidir. Her ay zorlu bir otobüs yolculuğuyla Adana’ya Can Yücel’i ziyarete gider. Bataklık gibidir cezaevi. Saçı sakalı kesilmiş, üstü başı perişan bir halde geçirir günlerini. Ama hep çalışarak. Çalıştığı hem şiirdir hem de İnfaz Kanunu. İçeri güç bela soktuğu daktilosuyla habire dilekçeler döşenir kanuna bakarak. Bir gün ‘sineklere karşı’ DDT yaparlar cezaevini. “Sineklerle beraber bizi de telef edeceklerdi” diye anlatır o günü, onlar kurtulur ama olan daktiloya olur: “Üstü silme DDT, bembeyaz. Çıktıktan sonra Karaköy’de bir tamirci vardı, Alman. Ona götürdüm. Yaptı fakat ‘Bu nasıl bu hale geldi anlayamadım’ dedi. Nasıl anlasın ki elin Almanı daktiloya DDT sıkıldığını?” BOYUN EĞMEYEN ŞİİR 1974’te af çıkınca, 15 yılı tamamlamadan çıkar cezaevinden. Elinde üçüncü kitabı “Bir Siyasinin Şiirleri”yle... Bu kitap, Can Yücel’in okuruyla tam anlamıyla ‘buluştuğu’ kitap olacaktır. “Yaşamayı yaşamak istiyorum demiştim/ Neylersin ki bu damda bu dem/ Ayaklarımda uyaklarımda zincir/ Böyle topal koşmalarla geçiyor günlerim/ Oysa methetmek gibi olmasın kendimi ama/ Yaşamım benim en güzel şiirim.” Cezaevinde gözlediklerini, ‘dışarıya’ dair fikirlerini, izlenimlerini, günün siyasasına yaklaşımını yansıtır bu dizelerde. Alametifarikası olan mizah ve sözcük oyunları, Türk şiirine yepyeni bir boyut kazandırır. Refik Durbaş’a göre “Yücel’i geniş okuyucu kitlesiyle buluşturan, kişisel ve toplumsal yaşamın acı bir dönemini dile getiren, öfkeli, alaycı, boyun eğmeyen, siyasal şiirlere ağırlık verilen bir kitap”tır. Şairin kendisine göre ise “kişinin dış baskıların hışmı karşısında kendi özünü hırpalattırmamak için, hatta yitirmemek için kullandığı bir savunma mekanizması, baskının, acının üstüne gidiş”tir. DAVETSİZ MİSAFİR Artık eskisi kadar beklemeyecektir kitap yayımlamak için. Evdedir ve yalnızca şiir üstüne, yazı üstüne çalışır. Önce Kuzguncuk’ta, ardından Datça. Güler Yücel yemek pişirirken mutfak masasında yazılır şiirler. Peşisıra çıkar “Ölüm ve Oğlum” (1976), “Rengahenk” (1982), “Gökyokuş” (1984), “Beşibiyerde” (1985), “Canfeda” (1986), “Bi Çocuk” (1988), “Kısa Devre” (1990), “Kuzgunun Yavrusu” (1990), “Gece Vardiyası” (1991), “Güle Güle- Seslerin Sessizliği” (1993), “Gezintiler” (1994), “Maaile” (1995), “Seke Seke” (1997), “Mekanım Datça Olsun” (1999), “Alavara” (1999). Mesleği şiirdir Can Yücel’in. Yaşamı boyunca bir iki memuriyet ve çeviri dışında uğraştığı tek meslek. Aynı zamanda davetsiz misafirdir onun için şiir: “Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir... Pat diye gelir. Ya bir Afrika menekşesini ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık.” Şiiri öfkedir, sevgidir, mizahtır Can Yücel’in. Oyundur da bolca. Dille, yaşamla, gerçeklikle bir oyun. Yaşayan şiirlerdir, yaşamın içinden fişek gibi geçen şiirler... “Bu gül birşeyin anısı olacak ama neydi unuttum/ Kimbilir belki de sabah sabah yeniden açan umudum” Onun mizahı “Yalanı, aldatmacayı, çelişkiyi, kafasızlığı, toplumsal düzenin ürünü olması açısından ele alan, bunların farkına varmış gibi kimi zaman kendini de konu edinen, ama aldatanın ve aldananın gülünçlüğünü şiirin berraklığında yansıtan bir mizahtır” Selahattin Hilav’ın sözleriyle. Metin Celal ise “Belki ilk anda gülümsersiniz, ama esas olan ardındaki bilgeliktir” diye tanımlar bu mizahı; “Onun dünyaya bakışı eleştireldir. Ama eleştirmekle kalmaz, değiştirmek de ister”. Argo, müstehcenlik, ironi okuru rehavetinden uyandırmak içindir sanki; ayıltıcı, düşünceyi uyandırıcı, harekete geçirici bir etkisi vardır. Akıldır Can Yücel’in çıkış noktası. Düşünceye, dile, yaşama hakim olan akıl. Yaşadığı dünyaya tanıklığı getiren akıl. “Hasan Bülent Kahraman’a göre ise “arınmanın, durulmanın, aşkınlaşmanın, kısacası etikanın şiiridir” Can Yücel’inki. “Aslında bir yokülkenin gerçekleşmesidir. (...) Yücel’in şiiri gerçekle gerçekçiliğin, yokülkeyle gerçekliğin çatıştığı bir gerilimin içinden doğar”. Üstten bakmayan, okuyanın karşısında değil yanında duran dizeler zeka bekler önce. Bir çırpıda yazılmış gibi görünseler de, artlarındaki derin dünya görüşünü, sıra dışı birikimi taşırlar. Yücel’in öfkesi, isyanı, heyecanı, coşkusu güldür güldür akar. Yaşamını dizginlemeyen şaire, şiirde filtre ne gerek? BÜTÜNÜN MÜZİĞİ Can Yücel için şiir “gürültüden müziğe geçmekti”r beri yandan. Hangi müzik mi? “Evrenin içinde büyük seslerin molekül ve atomlardan başlayan bütünlüğünün müziği”. Şair de bu müziği kuran kişidir haliyle. Şöyle devam eder şiir tarifine: “İnsanlar kendi adlarına değil, kainat adına yazarlar. Bütünselliğin dışında şiir yoktur. Hayat ve ölüm de bir bütündür. Şiir bu bütünden çıkan çılgınlıktır.” Şiirinin içindeki müzik başka sanatçılara da ilham verir haliyle. Yeni Türkü “Sardunya’ya Ağıt” ve “İşçi Marşı” şiirlerini besteler. Aslında Yücel, şairle bestecinin birlikte çalışmasından yanadır. Hatta doğaçlama caz çalışmaları yapılmasını ister. Kitaplar kitapları kovalasa da zordur şiirle geçinmek. Gazete yazıları, çevirileri, şiir üstüne şiir; ama ekmek parası bile değildir bunlardan gelen. Ankara ve Dragos’taki baba evlerini satar, Kuzguncuk’ta bir ev alır. Babası sayesinde parasızlıktan şikayeti yoktur böylece. Kuzguncuk’taki evde büyür çocuklar. Güzel, Deniz Bilimleri akademisyeni olur... “Sen ki çiçekleri toplamayan Güzelim/ Çiçekleri sulayan çocuk/ Ve ben ki buruk ve kavruk/ Bir ihtiyar adamım artık/ Öyle güzeldim ki senle, çiçeklerden çok”. Su annesi gibi ressam... “Bir derin uykudaydım ölümün içinden/ Açtım ki gözlerimi/ Bir suyun gölgesi gibi/ Kendisi adeta bir suyun/ Ayakucumda sen oturuyorsun/ Şiir getirenlerin çok olsun çocuğum!” Yeni Hasan ise Gazi Yaşargil’in yolundan gider. Kendi oğluna Can adını veren Yaşargil, Hasan Yücel’e kol kanat gerer, ona Kanada’da nöropataloji konusunda çalışması için yardım eder. “Oğlum hayırlı yolculuklar sana/ Ki annenle ben ‘hayır’ diyoruz/ Bu içinde yaşadığımız körlüğe/ Döneceksin elbet sen daha sağlıklı/ Ve gören gözlerinle insanlığın/ Beni bir daha göremesen bile...” SONUN BAŞLANGICI 1989’da çok sevdiği ve ‘mekanı’ olarak seçtiği Datça’ya yerleşir Can Yücel eşiyle. Artık yeni bir yazı kanalı da vardır: Mizah dergileri Leman ve Öküz. Her hafta Leman’da, her ayda Öküz’de genç okurlarda iptila yaratır. Şiirle politika kardeştir onun için. Zaten ne der? “Hayatımda karım hariç iki şeyi sevdim: şiir ve politika.” Türkiye ortamında politik şiir yazmak doğaldır onun için, mayasında vardır bu. Politikayla akrabalığı onu yaşamının son yılında milletvekili adaylığına kadar götürür. 18 Nisan 1999 seçimlerinde ÖDP’nin İzmir 1. sıra milletvekili adayı olur Yücel. Çünkü “Kanserli bir ülkeye ancak kanserli bir şair doğru teşhis koyabilir”. Ancak ÖDP barajı geçemez, meclis dışı kalır. Zaten son başlamıştır Can Yücel için. 1997 yılında teşhisi konan bademcik kanseri artık yakasını bırakmayacağını belli etmiştir iyiden iyiye. Hastaneler, tedaviler, yeniden hastaneler derken çok zorlu iki yıl geçer. “(...) Güler’i bulup evlenmişim/ Ne iyi tesadüf!/ Üç çocuğum oldu üçü de harika/ Ne iyi tesadüf!/ Şiiri seçmişim, doğru seçim/ Ne iyi tesadüf!/ Öleceğim yakında/ Ne aksi tesadüf!” KAHKAHA ÇİÇEKLERİ 1999 Ağustos’unda Datça’daki evinde ağırlaşır Can Yücel. Oğlu Hasan hocası Gazi Yaşargil’i arar, durumu anlatır. Babasının onun için imzaladığı son eserini göndereceğini de söyler. İmzalar da Can Yücel “Mekanım Datça olsun” adlı kitabını: “Gazi... gözümün bebeği...giderayak...”. “Ölüm bir eşek şarkısıdır/ Gelir geçer göçer”. Tarih 12 Ağustos’tur. Kaleminden son çıkan sözler bunlar olur, saat 23.00’te durur kalbi. Şükran Kurdakul’a göre “Sözünü budaktan esirgemeyen bir kabadayı”; Zeynep Oral’a göre “Şiiriyle kahkaha çiçekleri üreten, sözcüklere habire takla attıran, dizeleri rengarenk çemberlerde fır döndüren yaramaz bir çocuk; imgelere pabucunu ters giydiren bir sihirbaz”... 10 yıl önce bugün bitirir kendi senfonisini. “Konser oldum, bitmemiş senfoniyi bitirdim”... Mahkeme kapılarında bir şair Can Yücel muhalif ve sözünü sakınmayan biri olmanın ‘cezasını’ çeker haliyle. 12 Mart sonrası Adana Cezaevi mahkumiyetinin ardından yıllar içinde sık sık düşer mahkemelere. “Rengahenk” kitabı 12 Eylül döneminde müstehcenlikten yargılanır ve toplatılır. Aynı dönemde yazdığı “Beşi Bir Yerde” şiiri yüzünden de Kenan Evren ve dört arkadaşına hakaretten dava açılır hakkında. Bu davadaki savunması artık bir efsane niteliğindedir. Hakim: “Şiirinizde hep göt diyorsunuz. Daha kibar söylenemez mi?” Can Yücel: “Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre bu memlekette göte göt denir”. Kenan Evren başka şiirlerinde de nasibini alacaktır Can Yücel’in zeki, usta, benzersiz dilinden: “Kabaramazsın kel fatma/ Atan güzel sen çirkin.” Şairin dava edildiği bir diğer ‘devlet büyüğü’ de Süleyman Demirel olur. Yaptığı bir konuşmada dönemin cumhurbaşkanı Demirel’e hakaret ettiği için 18 Mart 1998’de bir yıl iki ay hapis cezasına çarptırılır. Ortalık ayağa kalkar, cezasını affetmesi için Demirel’e dilekçeler yağar. Şairin yorumu ise bambaşkadır: “Ben kahraman değilim/ Demirel beni affedecekmişse/ Kolay gelsin! / Benim endişem,/ Ya beni affetmeden önce/ Eceli gelip ölürse.../ Ama onu affetmeye benim/ Sıkletim yetmez/ Ne de cesedim...” “Çevirinin temeli yeni bir yapıt ortaya koymaya bağlıdır” Can Yücel şiire ayırdığı kadar çeviriye de mesai ayırır. İkinci kitabı 1959’da yayımlanan ve dünya şairlerini çevirdiği “Her Boydan”dır. Çeviri ya da tercüme sözcükleri doğru değildir onun yaptıkları için, “Türkçe söyler” dünyanın en değerli yazarlarını. Lorca da çevirir, Brecht de ama ‘gözünün bebeği’ Shakespeare’dir. “Hamlet”, “Fırtına”, “Bir Yaz Gecesi Rüyası” aslına tam olarak bağlı olmasa da literatüre geçen çevirilerdir. Sistemi şudur kendi dilinden: “Bu Shakespeare pezevengi Türkçe söylese nasıl söylerdi, bunu düşünüyorum. Bunu düşünürken bayağı güzel şeyler çıkıyor ortaya. Demek ki Shakespeare Türkçe düşünebiliyormuş.” Bu sistemin sonucu olarak “Hamlet”in ünlü “To be or not to be” sözünü “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin” şeklinde Türkçeleştirir. Çeviri anlayışını ise şöyle özetler bir söyleşide: “Başka bir dilden kendi dilimize çevirirken eğer o dil içinde o olayı yinelemez ve yenilemezseniz, onu yeniden yaratmazsanız hiçbir boka yaramaz. Türkiye’de çevrilmemiş hiçbir şey yoktur, her şey çevrilmiştir. Hiçbir şey değişmemiştir. Çevirinin temeli yeni bir yapıt ortaya koymaya bağlıdır. Çeviri yaparken yeni bir çocuk doğuruyormuş gibi bakmak lazım olaya. Yoksa suni imkanla çıkan çocuklar gibi ancak bize başbakan olur.” “Bahar Noktası” adıyla Türkçeleştirdiği “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nın Başar Sabuncu’nun sahnelediği Şehir Tiyatroları yapımı, Türk tiyatro tarihine geçer. “Mırıldana mırıldana peçetelere yazar, bazen de masa örtülerine...” Şiir yazarken dalgınlaşır, kendi kendine konuşur. Çeviri yaparken ise yüksek sesle okur yazdıklarını, hatta bağıra bağıra. Öğleden sonra başlar çalışmaya, gece herkes yattıktan sonraya kadar devam eder. Peçetelere yazar çoğunlukla, işi bazen masa örtüsüne kadar ‘ilerlettiği’ olur. Güler Yücel 2004 yılında Radikal İki’de yayımlanan bir yazısında şöyle anlatır Yücel’in nasıl şiir yazdığını: “Her zaman heyecanlı olan Can, şiire yoğunlaştığı an, sakinleşirdi. Can’ın yaratıcılık saati çoğunlukla gece idi. Ortalık sakinleşir, el ayak çekilince, soyunur, anadan üryan divana uzanır, kaşlarını bir aşağı, bir yukarı oynatır; dudaklarıyla mırıl mırıl mırıldanır, bakışları sakinleşir, etrafındaki hiçbir şeyi görmez, her şeyi delip geçer; bakışı, beyinden uçuşan imgelere odaklaşır, adeta onları kovalar, bir yandan da, eliyle bıyıklarını kıvırırdı. Saatlerce öyle hareketsiz kalırdı. Kimse ona dokunamaz, kendi kendine kalır, sonra ayağa kalkar, masanın başına geçer, şiirini veya yazısını yazardı. Bir aşağı bir yukarı odanın içinde dolaşır, daha sonra gecenin bir saatinde beni uyandırır, ‘Bak bakalım, şunu bir dinle!..’ der, bana yazdıklarını okurdu. Ben de uykulu uykulu, onun şiirlerini dinlemeye çalışırdım. Uyanmam için, bana kahve yapar, şu mısra sarkmış dediğim an hemen öfkelenir, daha sonra şiirin girinti çıkıntılarını düzeltir, o davudi sesiyle şiirini tekrar tekrar okurdu. En son haline gelen şiiri temiz bir kağıda o güzelim el yazısıyla yazardı. Odanın ortasına buruşturulup atılmış müsveddeleri toplar, düzeltip saklardım. Ne kadar çok toplamışım bu müsveddeleri.” Can Evi’nde ve şenlikte yaşıyor 12 Ağustos 1999 gecesi ölen şair, çok sevdiği günebakan çiçekleriyle uğurlanarak vasiyeti üzerine Datça’ya gömülür. “Beni Datça’ya gömün/ Şu deniz gören mezarlığın orda,/ Define diye deşerlerse ama, karışmam ona!” Can Yücel’in mezarını ise, tonlarca mermeri Datça’ya taşıyan heykeltıraş Mehmet Aksoy yapar. “Can taşı”dır adı. Ana karnında bir çocuk görünümündedir bu mezar; Yücel’in yaşamını üstüne kurduğu umuda gönderme olarak. Etrafındaki taşları Yücel’in yakınları toplayıp getirir. Her daim akan bir su da vardır mezarın üstünde; bugenviller, günebakanlar ve Yücel’in “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” sözü de. Heykeldeki özel taş gün boyu emdiği güneş ışığını akşamdan itibaren dışarıya yayar. Aile Can Şenliği başlatır ardından. Her Ağustos’ta tekrarlanacak bu şenlik Can Baba’nın sevenleriyle dolup taşar. Arazlar da olmaz değil; MHP karşı bildiriler yayınlar, Datça halkı badem şenliklerine bir tehdit gibi algılar. 2005’te güvenlik gerekçesiyle iptal edilir şenlik. 2006’da İzmir’e taşınır. Bir de Can Evi kurulur Güler Yücel tarafından. Can Yücel’in çocukluğundan kalma kütüphanesi vardır burada; ayrıca el yazıları, çevirileri, mektupları, fotoğrafları, şiir kasetleri, video kasetleri, filmleri, muhtelif sanatçılar tarafından yapılmış büst ve posterleri de. Bugün Can Evi’nde yapılacak 2009 Can Şenliği.MİRAÇ ZEYNEP ÖZKARTAL
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.