Erzurum Güncel- İşte o yazı...
Erzurum’da Gürcükapı’daki iş merkezinde kardeşiyle birlikte bilgisayar işi
yapıyordu. Kendisi de kardeşi de işlerinde o kadar iyiydiler ki, birkaç yıl içinde çok
büyümüşlerdi. Öyle ki artık yalnızca bilgisayar satışıyla yetinmiyor, kamu kurumlarına ve büyük şirketlere program yazıp satıyorlardı.
“Erzurum küçük kalıyor” ya da “Daha büyük şehirlere göç etme vakti geldi” şeklinde düşünen binlerce onbinlerce hemşerimiz gibi O da, belki de tam da Reyhani
ustanın dediği gibi yaptı, bir seher vakti göçünü tutup, Ilıca’nın düzünden
gözlerden uzaklaşıp gitti...
Antalya’ya yerleşti. Erzurum’da kardeşiyle yaptığı ve son derece başarılı olduğu
bilgisayar işine artık bu turizm kentinde devam edecekti.
Konyalı bir hanımla evlendi, dünyalar tatlısı iki güzel çocuğu oldu.
İlk başlarda işleri öyle güzel öyle güzel gidiyordu ki, her fırsatta öğretmen
babasına ve meslektaşı kardeşine niye vaktinde buralara gelmediğine dair duyduğu pişmanlığı dile getiriyordu.
Kırkgözeli eski adıyla Çıpaklı’ydı…
İki yıl önce ülke genelinde binlerce esnafı, binlerce şirketi ve binlerce işadamını acımasız girdabında un ufak eden ekonomik kriz, O’nu da perperişan etti.
İşleri bozuldu, 350 bin lira olan alacaklarını vaktinde tahsil edemediği için piyasaya olan borçlarını ödeyemez oldu.
Bir de bazı çakallar Selim’i dolandırdı, sana yeni işler vereceğiz diye…
Alacaklarına şahin değildi, ama borçlarını ödeyemediği her gün kahroluyordu, utancından neredeyse sokağa çıkamaz hale gelmişti.
Alacakları vardı tamam da, O’nu birinci derecede ilgilendiren tek şey, ödeyemediği borçlarıydı…
Namuslu, haysiyetli, onurlu ve dürüst bir Dadaş’tı…
Rahmetli anam derdi ki, (kendisi elli yıl astım hastalığının pençesinde kıvranıp durdu) “Rabbim düşmanımı bile amansız dert ve çaresizlikle sınamasın.”
Çaresizlik, bitmişlik ve ümitsizlik nasıl bir ıstıraptır yaşamayan bilemez…
Selim hangi halet-i ruhiye içindeydi, nasıl çaresiz bir derdin en dibine düşmüştü ki, beş dakika bile uyurken sırtlarının açık kalmasına dayanamadığı iki yavrusunu
ve severek evlendiği, aynı çileyi birlikte paylaştığı karısını kolları arasına alıp ebedi uykuya birlikte daldılar.
Hani Necip Fazıl diyor ya, Zindan’dan Mehmed’e Şiiri’nde, “... Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil...
Selim de öyle yaptı.
Tıpkı bir sabah Erzurum’dan yola çıkıp gittiği gibi bu sefer de Antalya’dan yola çıktı gitti.
Bu kez arkasına dönüp bakmıyordu, çünkü omuzlar üzerinde tabut içindeydi.
Yine de veda ediyordu, lakin bu veda başka bir vedaydı, bu vedanın vuslatı öbür dünyaya kalmıştı.
Yanında çocukları, karısı ve arkasında bıraktığı her satırı yürek parçalayan üç sayfalık bir mektup kaldı.
Ve elbette ki acıdan yüreği dağlanan emekli öğretmen bir baba, evladının yolunu gözlemekten göz pınarları kuruyan bir ana, yanıp kavrulan kardeşler, akrabalar ve eş
dostlar…
Eyvallah; veda etmesine veda ettin de sevgili hemşerim, yiğit insan, ama bir bilseydin ki ardında ne büyük bir elem bıraktın.
Türkiye üzüldü, Erzurum gözyaşı döktü…
Akif Bülbül şiirinde diyor ki,
“Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?”
Keşke cevap verebilsen…
Neydi Selim kardeşim, neydi o onulmaz çaresizliğin ki, yanına canından daha aziz bellediğin yavrularını, karını alıp hızla kaçıp gittin öyle…
Dün Çipak’ta ikisi günahsız masum yavru olmak üzere, dört insanı yan yana defnettik…
Bir ailenin mührünü basıp kaydını defterden düştük yani…
Gazeteler ve televizyonlar yine haber yaptı.
Sonra bülten bitti, ajanslar başka haberlere geçti. Çünkü hayat devam ediyordu.
Fakat öğretmen emeklisi Canip Bey’in, karısının, diğer oğlunun ve cümle yakınlarının gündeminde hep bitmeyen bir haber dönüp duracak:
“Oğlun, gelinin ve iki torunun öldü”
Allah’ım, gazabından rahmetine, azabından merhametine, kahrından lütfuna sığınıyoruz…
Sen ki hesap gününün tek sahibisin, sen ki Rabbimizsin…
Bizler dost doğru yol üzerine olamadık, sen bizlere şefkatinle muamele buyur…
Günahkârız ama asla inkar edenlerden olmadık…
Baştan sona kusurluyuz ama şirke ve şirk meclislerine karşıyız…
Allah’ım, hangi hal ile huzuruna geleceğimizi bilmiyoruz, sen bizi huzurunda utanmayacağımız hal ile kabul buyur.
Diyanetin hocaları ısrarla her Cuma günü hutbelerde ya da yaptıkları vaazlarda sanki bilerek bir yanlışta ısrar ediyorlar. Diyorlar ki,
“Allah’ım son nefesimizde bize şahadet getirmeyi nasip et. Allah’ım, kabul buyurursan biz de sana şöyle yakarıyoruz: Yarabbi bize aldığımız her nefeste seni
anmayı ve sana şükretmeyi kısmet kıl, son nefesimizde değil, her halimizde seni analım…
(Şimdi tarikatçılar kızacak, hatta o zaman bizim şeyhlerimiz bize şefaatta bulunmayacaksa, bizi kerametleri neticesi cennete direkt götürmeyeceklerse biz
oyuna mı geldik şu halde?”
Onu bilemem muhterem, o sizin sorununuz…
Ben farklı bir dine inanıyorum ve ben inandığımın dinin Allah’ına müncaatta bulunuyorum.
Allah’ım, bize meçhul olan Selim kardeşimiz kimbilir hangi ağır yüklerin
altında ezilip durdu ki bir beşer olarak, bizlere de sitem ederek huzuruna koştu, hem de en sevdikleriyle beraber…
Allah’ım sen rahmetinle, mağfiretinle, şefkatinle nusretinle muamele buyur onlara…
Çünkü sen tüm alemleri yaratansın ve bizim de Rabbimizsin…
Allah’ım, sen bize buyurdun ki “bana müracaat ederken araya onu bunu koymayın” biz de öyle yapıyoruz. Senden başka İlah olmadığına iman ediyoruz, senden başka
affedici olmayacağını biliyoruz.
Selim kardeşimizle birlikte bizleri bağışla Allah’ım…(Amin)