Bunca dersten bir hisse çıkmaz mı?
O günkü Türkiye şartlarında, mahut çevrelerin kabul etmesi çok zor olmuştu.
Bu sebeptendir ki, itirazlarını temellendirirken tutundukları yegane argümanları şuydu:
“Ne demek olsun ki laik bir rejimde, İslamcı kimliğiyle siyaset yapan bir kişi başbakan koltuğuna otursun.”
Refah Partisi (RP) 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde, müthiş bir atak yapmış ve aldığı yüzde 21.38 oy, çıkardığı 158 milletvekiliyle, lideri rahmetli Erbakan’ı, 24 Haziran 1996’da, Tansu Çiller’in başında bulunduğu Doğru Yol Partisi (DYP) ile hükümet ortaklığında başbakanlığa taşımıştı.
Birilerinin kayışı da bu andan itibaren kopmaya başladı.
Ne meşru seçim sonucu, ne demokrasinin en temel gelenekleri, ne yasalar, ne de halkın iradesi, bu neticeden şekvacı olan güç merkezlerinin itirazlarına mani olabiliyordu.
İlla da Erbakan o koltuktan kalkacak, koalisyon hükümeti bozulacak, Erbakan ve ekibi siyaseten tasfiye edilip hapse atılacak, başbakanlık koltuğuna da atanmış biri getirilecek!
Nitekim 28 Şubat 1997 yılında tam da o güç merkezlerinin planları aynen bu biçimde kuvveden fiile geçirildi!
Darbe ve muhtıra meftunu askerler eliyle, bir kez daha Türkiye ve zaten yara bere içinde güç bela ayakta duran demokrasi duvara toslatıldı.
Milli irade yok hükmünde görüldü, seçimle gelen seçimle gider ilkesi ayaklar altına alındı, en sıradan insan hakları dahi adeta karneye bağlandı.
Oysa Türkiye, o bir yıllık dönemde, havuz sistemi, denk bütçe, kamu çalışanlarına enflasyon oranında zam ve D-8 gibi çok hayati değere haiz çalışmalara sahne olmuştu.
Fakat yine o bir yıllık dönemde başka şeyler de olmuştu.
Hükümeti düşürmeyi meşru ya da haklı kılacak şeyler değildi belki, ama zaten Erbakan’a siyasi kimliğinden ötürü derin kuşku duyanları büsbütün huylandıracak şeyler…
Misal...
Daha sonra kendini Mesih ilan edecek olan Hasan Mezarcı, Hasan Hüseyin Ceylan, Şevki Yılmaz ve daha başkaları, adeta şımarık çocuklar gibi akla hayale sığmayan çıkışlarıyla, aportta bekleyen darbecilerin ekmeğine yağ sürüyordu.
Hoş bu “uç”luklar olmasaydı da, darbeciler rahmetliyi “götürmeyi” kafalarına koymuşlardı; o zıp çıktılar, yapıp ettikleriyle süreci hızlandırdılar yalnızca…
Durup dururken bu hatırlatmayı neden yapma ihtiyacı duydum?
İki sebepten ötürü…
İlki, son günlerde etrafta belki Korona’nın insan psikolojisinde açtığı tahribatın da tesiriyle, deli danalar gibi sağa sola saldıran bazı tipler var.
Bunların…
Kimi öldürmekten, kimi kendi gibi düşünmeyen herkesi susturmaktan, kimi de kendini bu ülkenin tek sahibi gibi görüyor.
Ve akılları başlarından fersah fersah yukarılara kaçmış olan izan ve irfan fukarası bu kimseler, böyle hareket etmekle kendilerince AK Parti’ye hizmet ettiklerini düşünüyorlar!
Halbuki nasıl sarsıcı bir nefrete yol açıyorlar bir bilseler, mümkün ki akıllarını başlarına devşirecekler…
(Gerçi o kimselerin bazıları gayet şuurlu bir şekilde düşmanlık tohumları saçıyorlar, ama biz yine de bilmeden yapıyorlar diyelim.)
Tamam…
Bu bugün 28 Şubat 1997 ortamı yok, dolaysıyla bir muhtıra da verilmez belki… Lakin unutmayın ki, 15 Temmuz’un üzerinden daha dört yıl bile geçmedi.
Hatırlayınız, 2016 yılında yani Temmuz’dan önce biri çıkıp deseydi ki, bugün yarın askerin içindeki bir azınlık darbeye teşebbüs edecek, ülkede yüzlerce kimse ölecek.”
Kaçımız bu “öngörü”ye itibar edip destek verirdik?
En nazik ifadeyle, “haydi arkadaşım başka kapıya” demez miydik?
Tut ki Türkiye, artık darbe olgusunu büsbütün tarih çöplüğüne gömdü ve üzerine de tonlarca beton döktü.
Pek ala…
İyi de bütün mesele bundan ibaret değil ki…
Ya huzursuzluk?
Toplumu karpuz gibi ikiye bölmenin yahut da ötekileştirme siyasetini geçer akçe kılmanın kime nasıl bir faydası olacaktır?
Bu da en az darbe kadar yıkıcı ve yaralayıcı değil mi?
Dünün Hasan Mezarcı’sı ne kadar yanlıştıysa bugünün Sevda Noyan’ı da o kadar yanlış…
Hani bu hatırlatmayı, iki sebepten ötürü yapıyorum demiştim ya…
İşte onun ikincisi de şudur:
“Genelde AK Parti, özelde de Tayyip gitsin, gerekirse ülke batarsa da batsın” anlayışından, bunca badireye rağmen zerre taviz vermeyen zihnen malul, siyaseten mahkum ihtiras muhterisleri…
Bu ülkeye öyle büyük zararlar veriyorlar ve onulmaz öyle dertler açıyorlar ki, kendi yarınlarını bir kenara bırakın, çocuklarının dünyalarına bile ipotek koyuyorlar da farkında bile değiller.
İnşallah, bütün insanlıkla birlikte biz de bu Korona illetinden er ya da geç kurtulacağız.
Hani o klasik ifade de olduğu gibi dünyada hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak belki…
Bendenizin duası da evet; ülkemizde de bazı şeyler eskisi gibi olmasın…
Misal…
Şu siyaset dili değişsin…
Toplum siyahla beyaz arasına hapsedilmesin…
Hükümet ne yaparsa baştan sona yanlıştır, kötüdür ve bu yüzden paçavra hükmünde görülmelidir anlayışı artık yerle yeksan olsun…
Muhalefet ne derse desin ihanet peşindedir, söyleyenler de haindir, bizim gibi düşünmeyenler delalet üzeredir anlayışı, tıpkı Koronavirüs gibi evlerden ocaklardan ve nihayet vatanımızdan kovulsun…
Mademki, Korona bir milat olacak…
O halde gelin hepimiz şöyle adam akıllı bir muhasebe ve muhakeme yapalım.
İyi ve güzel adına neyimiz var neyimiz yok ortaya koyup, bu iyi ve güzelin vereceği cesaret, azim ve inançla hayatımızı, siyasetimizi ve yarınlarımızı yeniden biçimlendirelim.
Gerçekleşmesi imkansız bir hayalden mi söz ediyorum?
Niye öyle şaşırdınız ki…
İlla da başka virüsler mi gerekiyor insanlığın aklını başına devşirmesi için…
(Not: Bu yazı iki yıl önce kaleme alındı. Geçen bunca zamana rağmen özellikle siyasi arenada hemen hemen hiçbir şeyin değişmediğini görmek, ne yaman bir trajedidir.)