Erzurum Güncel- İsmet İnönü-Erdal İnönü mektuplaşmalarını kitaplaştıran Can Dündar: “Kitabı hazırlarken düşündüm: Babamdan bana kaç mektup kaldı, ben oğluma kaç mektup bırakabileceğim? Çok az, yok gibi bir şey”Savaştan yeni çıkmış bir ülkenin cumhurbaşkanını düşünün... Memleket işlerinin ne kadar vaktini aldığını... Hayatının ne kadarının kendisine ait olduğunu... Ve bu adamın iki oğlu olsun, Amerika’ya eğitime gönderdiği. Onlara haftada en az bir mektup yazacağını, onlardan gelecek her satırın yolunu gözleyeceğini, “Şu an senin hafif gülümseyen resmine bakarak yazıyorum” gibi duygusal cümleler kurabileceğini düşünür müsünüz? Onların attığı adımı, okuduğu kitabı, gördüğü filmi buralardan takip edeceğini...Can Dündar’ın yayına hazırladığı “Canım Erdalım Sevgili Babacığım” kitabında, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile oğlu Erdal İnönü’nün 1947-1952 yılları arasındaki kıtalararası yazışmalarını buluyoruz. Can Yayınları’ndan çıkan kitap bir dönemin Türkiye’sinden ve dünyasından sayısız ipuçları barındırıyor, evet. Ama her şeyden önce, sanata, bilime meraklı, çocuklarına düşkün bir baba ile 21’inde yaşının çok ötesinde bir olgunluğa erişmiş oğlunun sıcacık ilişkisine tanık oluyorsunuz.Can Dündar ile söze kitaptan başladık, kendi babası ve oğluyla ilişkisine uzandık...Bu mektupların yayınlanması nasıl gündeme geldi?İnönü ailesiyle bayağı bir ortak çalışmalarımız oldu, ben ailenin hem fertleriyle hem arşiviyle haşır neşir oldum. İsmet Paşa’nın mektupları yayınlanmıştı daha önce. Erdal bey ile nehir söyleşimiz sırasında baktım elinde bir dosya var, sürekli oraya bakıyor gençlik yıllarını anlatırken. Ne olduğunu sorunca “Babama yazdığım mektuplar” dedi. Okumak için iznini istedim ve okuyunca da çok heyecan verici buldum. Çünkü hem İnönü ailesi var onun içinde, hem Erdal İnönü’nün gençlikte nasıl şekillendiği, hem de o dönemin Türkiyesi ve dünyası var. Yayımlanması için izin istedim, olur dedi. Böylece kendi yazdığı mektuplarla babasının mektupları ilk kez bir araya gelmiş oldu* Ne açıdan ilginç geleceğini düşündünüz bunların birlikte tekrar yayımlanmasının?O mektuplar 80’li yıllarda yayımlanmış, tekrar basılmamıştı. Bir de tabii cevaplarıyla birlikte okuyunca aralarındaki ilişki daha netlik kazanıyor. Ben bu mektupların bir baba-oğul ilişkisi olarak da çok ibretlik olduğunu düşünüyorum. Mesela şimdi diyelim çocuğunu baleye veriyor ve sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüyor ya baba... İsmet Paşa oğlu fizik okuyor diye fizik konferansına gidiyor. Bu hakikaten emek isteyen bir şey bir baba açısından. O zaman sen de o sürece dahil oluyorsun ve bu hayatı bambaşka bir noktaya getiriyor. Mesela köşkte bir kimya laboratuvarı var, paşa boş zamanlarında deney yapıyor. Şimdi, eğer köşkte kimya laboratuvarı olan bir baban varsa başka bir çocuk oluyorsun. İlgi alanların ona göre şekilleniyor. Erdalİnönü de diyor ki mesela “Figaro’nun Düğünü’ne gittim, Türkiye’deki gösteriminden bir hayli farklı oynuyor.” Çağlar ötesinden bir şey gibi geliyor bize...* Böyle birinin kısa bir süre de olsa Türkiye’de politika yapmış olması da inanılmaz...Cumhurbaşkanı olabilirdi aslında, ne kadar büyük şans olurdu Türkiye için.* Öyle bir hırsı da yoktu ama değil mi?Ama işin güzelliği oradaydı zaten. Onu o yapan o hırssızlıktı.“Babamdan bana kaç mektup kaldı, ben oğluma kaç mektup bırakırım?”* Bunun bizdeki karşılığı beceriksizlik oldu ama...Öyle oldu evet. Türkiye’nin hırsızlara tahammülü var da hırssızlara yok ne yazık ki.n Babasına derslerini ve sinema tiyatro anlatırken anneye de yediğini içtiğini, giydiğini yazıyor...Evet, anne de ona sucuklar, pastırmalar gönderiyor. Anneye kedili kartlar atılıyor, babaya atlı... Sivilcelerim gene azdı diyor mesela, onları rapor ediyor. Çok naif geliyor bana.* Çok da detaylı yazıyor ayrıca...Gazeteci gibi, sanki olay yerinden bildiriyor. Şunu düşün, ilk defa yurtdışına çıkıyorsun, LONDRA’ya gidiyorsun, o akşam büyükelçilikte yemek yiyorsun, yemekten odana çekilip mektup yazmaya başlıyorsun. Ve 21 yaşındasın. Bu çok özel bir durum.* Siz kaç yaşındaydınız Londra’ya gittiğinizde?24 yaşındaydım. Bu kitabı hazırlarken şeyi düşündüm: Babamdan bana kaç mektup kaldı, ben oğluma kaç mektup bırakabileceğim? Çok az, yok gibi bir şey. Ama Londra’dan onlara mektup yazmışım ve çok detaylı mektuplar. Bayağı bir hayat muhasebesi. Demek ki mesafe açılmasının öyle bir etkisi oluyor.* Babanızdan size gelen mektup var mı?Yok. Tabii telefonun devreye girmesi işi değiştirmiş. Şimdi Skype’tan filan konuşup tamamen siliniyorsun, ancak polis kaydederse kaydımız var! Bundan sonraki tarih araştırmasını emniyet arşivinde yapacağız herhalde.* Sizin ilişkiniz nasıldı babanızla?Ben siz diye hitap eden bir mesafede değildim ama bizde genellikle ebeveynle çocuk arasında sevdiğini söyleyememe halleri vardır ya, öyle bir durum vardı bizde de. Babam ölüm döşeğindeydi onu sevdiğimi söylediğimde. Çok geç ama sonrasında dövünmekten de bir nebze daha iyi gene de. Belki mektup o travmayı hafifletebilirdi. Söyleyemediğim şeyi yazabilirdim.* Siz oğlunuza yazıyor musunuz?Ben kendi defterime yazıyorum, ona değil. Ben bütün hislerini sonunda kağıda dökme alışkanlığında bir adamım. Ama ona yazamıyorum pek. Aynı ev içinde yazışmak belki tuhaf olabilir ama o da yurtdışına eğitime gitse mektup yazmayı çok özlerim, isterim. Pul meselesi beni çok etkiledi burada. Arka kapaktaki zarftaki İsmet Paşa’nın el yazısı, Mr. Erdal İnönü diye yazıyor, pulda kendi resminin olması hakikaten çok özel bir durum. Geçen hafta PTT’nin bir etkinliği vardı. Tenis turnuvasında bir köşe açmışlar, herkes kendi pulunu bastırabiliyor. Orada fotoğrafını çekiyorlar, yarım saat sonra sana pulların geliyor, üstünde 20 kuruş yazıyor.O pulları yapıştırıp mektubunu gönderebiliyorsun.* Siz yaptınız mı?Yaptım. Yani devlet başkanlarına özel bir durum çok kitleselleşmiş, herkesin kendi pulu olabiliyor. Biraz mektup yazmayı teşvik için belki, hoşuma gitti.“O belgesel belki de Reha Muhtar’ın hoşuna gitmeyecekti”* Sınıf arkadaşınız Reha Muhtar sizi sıra kendinize gelene kadar demokrasi ve özgürlüklerden söz etmemekle suçladı...Benim böyle şeylere en azından köşemden cevap vermeme gibi bir ilkem var. Okuru bizim kişisel meselelerimizin hiç ilgilendirmediğini, bu köşeleri de bize bunlar için vermediklerini düşünüyorum. Bir de arkadaşlık dediğin zaten öyle olmaz değil mi, köşeden köşeye atışmazsın. Arkadaşın olan insan açar telefonla söyler. Ben daha önce çalıştığım gazeteden bir yazar arkadaşıma müdahale edildiği için istifa etmiştim, hatırlattığı olay o. Ahmet Altan’ın yazısına müdahale edilmişti, ben buna karşı çıkan bir yazı yazdım, o yazı konulmadığı zaman da istifa ettim. Meslek hayatımda en övündüğüm çıkışlarımdan biridir. O zaman hiç başıma gelmiş bir şey yoktu, başıma gelince hatırlamış değilim. Ama tabii ki insan çok daha net görüyor bugünlerde gidişatı ve böyle bir dönemde ses yükseltmenin bedelinin nasıl ödendiğini görüyoruz, ya işsiz kalıyorsun, ya içeri giriyorsun. Dolayısıyla şimdi itiraz edenlere değil etmeyenlere laf etmenin zamanı diye düşünüyorum.* Belgeselini yapacakmışsınız, vazgeçmişsiniz...Ben “Aynalar” diye bir dizi yapmıştım, onun esprisi her dönemin öne çıkan isimleri üzerinden Türkiye’yi anlamaya çalışmaktı. Reha Muhtar 90’lar Türkiye’sini anlamak için önemliydi. Burada insanları yüceltmek için bir belgesel yapılmıyor. Sadece onlar toplumu algılamak için aynadırlar anlamında yapılan bir şey. Belki görse çok da hoşuna gitmeyecekti, dolayısıyla “Belgeselimi yapacaktın, vazgeçtin” gibi bir şey değil o. Bunları konuşmak da ağrıma gidiyor çünkü hakikaten arkadaşlar böyle haberleşmez.“Oğlum kitabı okudu, önsözü eleştirdi”* Bir de ne kadar mütevazı bir hayatları var. Mektuplarda ince ince para hesapları...Orada bir kürk hikayesi var benim çok hoşuma giden. Annesine bir kürk almak istiyor, 1000 dolar kürkün fiyatı ve vergi indirimlerini hesaplamış, 600 dolara kadar iniyor. İsmet Paşa’nın cevabına bak: “Erdalım, sevgili oğlum, kürk hikayeni okudum, olacak iş değil. O kadar doları bulamayız. Senin bu kadarlık ihtiyat paran için üç senedir uğraşıyoruz.” Mesela bir dönem geçim zorluğu çektikleri için Pembe Köşk’ü kiraya veriyorlar! Cumhurbaşkanının yolluğunu yapmış olması beklenir değil mi bugünkü anlayıştan bakıldığında? Öyle olmuyor. Hatta dönem değiştikten sonra aileyle bir hesaplaşma başlıyor, belaltı vurmalar başlıyor. Büyük oğulun trafik kazası meselesi, orada ailenin ne kadar sarsılıp üzüldüğünü görebiliyoruz. Ama oğlunu çağırıp “Nedir bu işin aslı?” diye soruyor, oğlu bir kere kendi versiyonunu anlatıyor ve ondan sonra yüzde yüz güven duygusuyla onu savunmaya geçiyor. En ufak bir endişe duymuyor. O güven duygusunu Allah her ana babaya nasip etsin.* Siz yüzde yüz güveniyor musunuz oğlunuza? Güveniyorum. Arada beyaz yalanlar olsa bile temel meselede doğruyu söylememenin ona bir getirisi olmadığını anladı zannediyorum. Ama tersinin de ona çok şey kazandırdığını gördü. Dürüstlüğün prim yaptığı bir yer haline getirmemiz lazım bu hayatı. Onun için de dürüstlüğü ödüllendirmemiz lazım. Şimdilik iyi gidiyoruz.* Oğlunuz okudu mu kitabı?Ben yazarken yanıbaşımdaydı, ben ona sık sık bölümler okudum. Önsözü okudu, kısalttı. “Kitabın içindeki bütün sürprizleri ele vermişsin. Önsözü okuyan kitabı okumaz” dedi. Üstelik bunu Özden hanımın (Toker) yanında söyledi, o da buna hak verdi. “Duştayken siyasi partilerin grup toplantısı konuşmalarını dinledim”* Bu sezon televizyondan uzaksınız. Nasıl hissediyorsunuz kendinizi?İlk yaptığım şey kol saatimi çözmek oldu ve zamandan azade oldum. Pranga çözer gibi oluyor. Çünkü o seni birçok şeye bağlıyor. Diyelim duşa girdim, partilerin grup toplantısı konuşmalarını dinliyordum duşta. Bir insan niye kendine bunu yapar diye düşünüyorum ama bu işin bir parçası ve onu kaçırmaman gerekiyor o anda. Ve çok önemli bir şey yaptığına inanıyorsun. Belki de yapıyorsun, yapanlara haksızlık etmeyeyim ama dışına çıkınca dönüp bakıyorum, geride ne bıraktı diye, şu kitabın bende bıraktığı hissi bırakmıyor. Stüdyodan çıktığın anda bitti, söylediğin hiçbir lafın hükmü yok. Şu mektup 47’den beri duruyor ve hâlâ bir anlamı var.