Erzurum Güncel- Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin: Türkiye’yi toplumsal, siyasal, kültürel bakımdan derinden sarstığı, etkilediği, etkilemeye de devam ettiği düşünülen Türkiye 68’inin en sevilen iki ismi; üniversite gençliğinin her zaman birlikte görülen, birlikte düşünen, birlikte eylemde bulunan, birlikte gözaltına alınıp birlikte tutuklanan iki lideri... Fotoğraf karesindeki ise birlikte sonuncu tutuklulukları. Yazının başlığı, bir önceki tutukluktan. Sonrasında, 1971’de bir kez daha birlikte ve ‘vur emri’yle arandıklarında Deniz Gemerek’te, Cihan Tekirdağ’da ele geçecek, farklı mahkemelerde tutuklanıp yargılanacaklar. Fotoğraf yeri: Bursa Adliyesi. Şimdilerde, Bursa Kent Müzesi olan Heykel’deki bodrumlu iki katlı yapı. Bodrumlar başka hiçbir yapının değil, adliye yapılarının vazgeçilmezidir. Yeryüzünün ve gökyüzünün tutuklulardan özenle esirgendiği nezarethaneler oradadır. Suç işlemiş veya hakkında suç işlediği sanısı bulunanlar ne denli toplumdışı, ne denli tehlikeli olduklarının ayırımına başka yer, zaman ve durumda varmamışlarsa, orada varırlar! Halk edebiyatı tarihinin en iyi kısa özeti de orada okunur, en dipte, en karanlıkta, en görünmezdeki duvarlarında. Tarih: 21.8.1970. Bursa Kapalı Merkez Cezaevi’nden salıverilmelerinden bir ay öncesi. Besbelli, peşlerini hiç bırakmayan davalardan biri yüzünden celp edilmişler: Belki ifade verecek, belki sorgulanacak, belki savunma yapacaklar, bekliyorlar. Mübaşirin kapıyı açıp ünlemesi an meselesi olabilir: Deniiiz Gezmiiiş, Cihaaan Alptekiiin! Fotoğraftaki üçüncü kişi: Gazeteci Hüseyin Kuşku. Hüseyin Kuşku, gazetesi için orada. Böylesi davaları özellikle izliyor, İstanbul basını da ilgilendiği için. O an adliye muhabiri arkadaşına veya makinesini eline tutuşturup bir görevliye, olasılıkla bir jandarma erine: “Çek arkadaşım bizi” demiş olmalı. Karenin içindeyse de, savcı veya emniyet müdürü duruşuyla büsbütün içinde değil sanki. Fotoğrafta arkadaşça bir hal görünmüyor, hasmâne bir hava da yok. Deniz ve Cihan’ın bakışları Deniz, açıkça önemsemeden, dikkatini de vermeden şöyle yarım gözle bakmış objektife. Cihan’ın bakışları ise boşlukta; flaşın çakmasını bekliyor sanki. Başını kaldırıp Hüseyin Kuşku’ya, hayır fotoğrafı çekene bakacak sonra ama önce flaş patlasın! Deniz’in bacaklarını uzatışında, ellerini parmaklarını birbirine geçirip göğsünün altında birleştirmesinde rahatlığı okunmalı ama hayır, apaçık bir rahatsızlık var. Cihan’ın kendinden emin, güvenli oturuşunda da emanet bir durum, bir huzursuzluk, bir ödünç hal sezilmekte. Adı gerekmeyen müessesenin reklam faslından Bursa Adliyesi’ne hediyesi olan bankta kim bilir kaç saattir beklemekteler. Çay içemiyor, gereksinim olduğunda tuvalete de gidemiyorlardır üstelik. Belirtmeye gerek yok: Rüşvet denen kurumu inatla, ısrarla reddeden taifeden olanlar için bu küçük nimetler hak olsa da çoğu zaman erişilmezdir. O gün böyleydi, belki hâlâ öyledir. Sıkıntıları başlarından aşkın, belli ki. İstanbul’da 21 Aralık 1969 günü 7. Sulh Ceza’da tevkif edilmişler. Sultanahmet, Toptaşı derken altı ay sonra Bursa’ya yol görünmüş. Bursa Kapalı Cezaevi’nde bit ve tahtakurusu kaynayan müteferrikaya teslim edildikleri tarih 9 Haziran 1970. Demek ki sekiz aydır içerideler. O dönem için çok uzun bir süre. Gençliğin kitlesel hareketi içinde, Yıldız Mimarlık Mühendislik öğrencisi Mehmet Cantekin’in üniversite dışından gelen silahlı saldırganlarca öldürüldüğü 19 Eylül 1969 günü görülmüşler son kez. ‘Özerk ve demokratik üniversite’ mücadelesinin, adamakıllı kurşunla göğüslenmek istendiğini gösteren olaylardandır Yıldız’da Cantekin’in ve birkaç gün öncesinde Battal Mehetoğlu’nun öldürülmesi. Oradaki bir fotoğrafta Deniz’i, kollarını belirgin bir kararsızlıkla bükmüş ve son anda tutunacak bir yer ararmış gibi kıvrılan parmakları yay gibi gergin, ince uzun gövdesinin iki yanına saplanmış görürüz. Yerdeki ölüye bakan gözleri, teselli kabul etmez bir acının yangınıyla tutuşmuştur. Üniversite için kavgadaki yakın arkadaşlarından -diğerlerini saymazsak- Vedat Demircioğlu, Taylan Özgür ve Battal Mehetoğlu’dan sonra dördüncüsünün delik deşik genç ölü bedenidir baktığı. Bembeyaz ütülü gömlek Lafı edilmektedir gerçi ama devrim için silahlı eylemin düşüncesi de kendisi de henüz yoktur ortada. Cihan’ın sırtındaki bembeyaz ütülü gömleğe, şık ve zamanın modasına uygun montuna, Deniz’in fitilli, afilli güzel yün kazağına bakılırsa, iki arkadaşın son kez bir protesto eyleminde bulundukları Cantekin’in öldürülmesinden 8 ay sonra bile ‘silahlı devrim yolunda yürümek’ gibi bir kararları hâlâ bulunmamaktadır. Ne var ki o karar, her vurulanla, saflardan her düşenle adım adım, gün gün gelecektir. Deniz ve Cihan, bu karede görünmelerinden bir ay sonra Bursa Cezaevi’nden salıverildiler. Cezaevinden salıverilmek, hayata dönmektir ama güçlüktür de. Bir kere zaman durmuştur hapisteki için. Oysa olağandan da hızlı seyreden günler söz konusudur; hem Türkiye’de hem dünyada. Bağın koptuğu, koparıldığı yerden başlanarak onarılmasını güçleştirir bu da. Ayrıca hangi bağ onarılacaktır? Üniversite yolu kapanmış, dönülemiyor. Cihan belki dönebilir. Dönülse ne olacak? Epi topu üç yıllık öğrencilik yaşamlarının neredeyse iki yılı gözaltında, tutuklulukta, kaçmak ve kovalamakta geçmiş! Yurtlarda, otobüs duraklarında, hatta kalabalık meydanlarda gençlik hareketinin öne çıkmış isimleri vurulmakta, vurulmayanlar gizli örgüt kurmak, eğitim öğretimi engellemek, güvenlik kuvvetlerine karşı koymak gibi gerekçelerle içeriye tıkılmakta. Önde gelen isimlerin en önünde de Deniz ve Cihan bulunmakta. Bursa’da önlerine çıkan bir iki pürüzü aşıp İstanbul’a gelirler. Ne var ki fotoğrafa yansıyan huzursuzluğun dayanakları yerli yerindedir. Üstelik İstanbul değişmiş, üniversite değişmiş, arkadaşlar –Hukuklular ve DÖB’lüler bile- değişmiştir! Mavracı Deniz ile Doğrucu Cihan Deniz, mavracıdır. Dalga geçer, makaraya sarar. Kendisiyle, arkadaşlarıyla, yerine göre devrimle de kafa bulur. En sevdiği şiirin, Nâzım’ın Tanya başlıklı şiiri olduğunu söyleyecek tanıklar vardır. Bu şiiri bağıra bağıra okuduğunun ve yaptırım gelecekmiş, hücre hapsi gelecekmiş aldırmadığının da tanığı az değildir. Fakat işte, ölüm cezasını ve bu cezaya kafa tutulmasını tiye alan, “Astılar Tanya’yı /Gördü Hanya’yı Konya’yı” çarpıtması da Deniz’indir. Cihan ise çok anlamaz bu dilden. İçi dışı, özü sözü birdir. Her anında Karadeniz derelerinin yaz aylarındaki berraklığında, duruluğundadır. Bu yanından bakan, öte yanını görür. Düzgün, pürüzsüz, gıllıgışsız evliya asası! Deniz üniversitede, büyük olasılıkla Hukuk Dekanı Aldıkaçtı ile yaşanmış bir sorun nedeniyle tutukludur. Davanın ilk duruşmasına Cihan tanık olarak çağrılır. Beklenir ki Deniz’in masumiyetini savunsun; olabiliyorsa da üniversite yönetimini eleştiren bir iki laf etsin! Ne var ki yargıcın; “Anlat Cihan, o gün orada neler oldu?” sorusuna, “Bu bir başkaldırı hareketiydi, bu bir isyandı Hâkim Bey” yanıtını verecek ve tanık sandalyesinden tutuklu sandalyesine geçecektir. Buna üzüldüğünü düşünmemek gerekir; asıl, dürüst bir yanıttan kaçmak üzerdi ve zor gelirdi Cihan’a. Bir de Deniz’in diline düşmek olmasaydı...