Bugünkü sopa 28 Şubat'tan daha sert

İşinden olan gazeteci Can Dündar: Tek tek avlanmayı içimize sindirdik, şimdi ağlamayalım. Medya üstünden burjuvazinin sefaletine tanık oluyoruz.

Erzurum Güncel- İşinden olan gazeteciler vagonunun son yolcusu Milliyet yazarı Can Dündar’dı. Olay atılmasıyla bitmedi. Neden atıldı, atılırken neler oldu, kimler araya girdi, kimler girmedi bir sürü iddia türedi. Süreci ve neler hissettiğini ilk kez tüm detaylarıyla anlattı. Neden işten atıldınız? - Aslında süreç geçen sene başladı. Hayatımda ilk kez bir patrondan telefon aldım. Arayan Erdoğan Demirören’di ve o günkü yazımı beğenmediğini söylüyordu. Tam Başbakan’ın tasmalarını çıkardık dediği dönem… Ona dair bir yazı yazmıştım. Neyi beğenmediğini açıklamış mıydı? - Sert yazıyorsun, ben böyle yazı istemiyorum dedi. Ben de ‘Böyle yazabiliyorum ama eğer isterseniz benimle çalışmayabilirsiniz’ demiştim. O dönem Tayfun (Devecioğlu) vardı gazetenin başında. O sahip çıktı ve çözdü krizi ama o gün bir çentik yemiştim artık. O çentik bu yıla sarktı tabii. Asıl Gezi sürecinde yazdıklarım, söylediklerim beni hedef haline getirdi. Derya (Sazak) aracılığıyla haberdar oluyordum rahatsızlıklarından. Tayfun krizi çözdü dediniz, bu tür bir kriz nasıl çözülüyor ve bu kez niye çözülemedi? - Genel yayın yönetmeninin bir görevi de patronla yazıişleri arasına bir barikat kurmak, bu ikisini birbirine karıştırmamaktır. Patrona gazetenin çıkarı ve gazeteciliğin gereği için neyin gerekli olduğunu söylemektir. Tayfun bunu anlatmıştı, zannediyorum. Derya da söyledi. Fakat Gezi süreciyle rahatsızlık dalgası tırmandı. Siz zorunlu izne ayrıldınız o sırada değil mi? - Evet sorunu izinle çözmeye çalıştılar. İzin sonunda bir süre Mısır’a gittim. Yurtdışı hizmetle krizi aşmayı denediler. O daha da kötü oldu, çünkü Mısır yazılarım da beğenilmedi! Hatta iyice tüy dikti. Zaten ben daha izin yazısı yazarken hissetmiştim, geri dönemeyeceğimi. Patronla hiç konuştunuz o dönemde? - Son konuşmayı onunla yaptım, arayıp o tebliğ etti bana. Bundan sonra benimle çalışamayacaklarını söyledi. Ben ‘Tahmin ediyordum’ dedim. O da ‘Tahmin ettiğini tahmin ediyordum’ dedi. Böyle bir konuşma. DEMİRÖREN’İN MEDYAYA GİRMESİNİN SEBEBİ RADİKAL Demirören’in medyaya girdiği için pişman olduğu söyleniyor, sizce? - Ben de gazeteyi aldığına pişman olduğunu düşünüyorum. Öyleyse niye aldı Milliyet’i? - Bence sizin yüzünüzden. Yani Radikal’in... Üstüme iyilik sağlık, neden? - Radikal, bir gazetecilik refleksiyle İstiklal Caddesi’ndeki Demirören AVM ile ilgili eleştirel yayınlar yapmıştı ve Demirören ailesi bundan çok rahatsızdı. Erdoğan Bey'in bu şikayetini Aydın Bey’e ilettiğini sanıyorum. Anlaşılan Aydın Bey, Radikal'in yayınına müdahale edemeyeceğini söyledi. Demirörenler de kendilerini savunmak için bir gazete sahibi olmanın akıllıca olduğuna karar verdi. Bu kadar basit olduğunu düşünüyorum. Ama bugün itibariyle hissim o ki, Demirören medya sektörüne girmiş olmaktan memnun değil. Hayatında uğraşmak zorunda olmadığı şeylerle uğraşıyor çünkü. Eski dosyalardan, Başbakan'la görüşmesinin ayrıntılarına kadar... Peki baştaki soruyu yineleyeyim: Yazılarınız patron tarafından beğenilmediği için mi artık köşeniz yok? - Patronunun beğenmemesi bir faktördür belki ama asıl hükümet cenahında beğenilmediğini düşünüyorum. "Patronlar beğenmedikleri yazarları atıyor, mesuliyet hükümete kalıyor" diye bir fikir çıktı da o nedenle soruyorum… - Bu fikirlerin çeşitli versiyonları var: Hükümet istemiyor, patronlar direniyor. Hükümet istiyor, patron direnmiyor. Hükümet istiyor, patron da istiyor filan gibi. Bunlar boş tartışmalar. Ortada birkaç gerçek var: Erdoğan Bey’in (Demirören) gazeteyi aldıktan sonra Başbakan’a gidip 'Kimi başa getireyim' diye sorması bir vaka. Veya Başbakan’ın Hasan Cemal’e ‘Batsın senin gazeteciliğin’ demesi. Yalçın Akdoğan’ın İmralı Tutanakları yayınlandıktan sonra Derya’yı ve patronu arayıp ‘Barış sürecini sabote ediyorsunuz’ demesi de. Ülkenin Cumhurbaşkanı'nın genel yayın yönetmenlerine "Size baskı varsa direneceksin kardeşim" sözü de. Bunlar varken patron mu istedi, Başbakan mı istedi; ne önemi var. Zaten hükümet, patron, genel yayın müdürü, Ankara temsilcisi, köşe yazarı vs. tayin ederek medyayı öyle teslim aldı ki artık açıktan müdahalesine gerek kalmadı. Ayrıca Hasan Cemal olayında da, benim atılmamda da bir telefon geldiğinden eminim ama gelip gelmemesinin önemli olmadığını söylüyorum. Ne demek bu? - En çok itaat eden, en çok eğilen patronun en çok ihaleyi aldığı bir dönemde fazladan bir baskı kurmanıza gerek yok. Biraz itiraz eden bir sermayedarın ağır vergi cezalarıyla korkutulduğu bir dönemde fazladan bir söz söylemenize de. Aydın Doğan'ın Milliyet'i hangi koşullarda ve neden satmak zorunda kaldığını bilmiyor muyuz? Akşam'ın, Sky'ın hangi koşullarda, kime, neden verildiğini görmüyor muyuz? Böyle bir ortamda 'Biz patronlara birşey telkin etmedik' demek ayıptır. Tasarlamışsınız bu medya düzenini, daha karışmanıza gerek kalmamış ki! Artık birilerinin patronu aradığı dönemleri geçtik. Şimdi herkes durumdan vazife çıkarıyor ve ne yapması gerektiğini pekala biliyor. ARTIK ÇOK TANIDIK BİR TAKTİK VAR Başbakan’ın özel olarak sizin yazılarınızı okuyup sinirlendiğini düşünüyor musunuz? - Çok gazete okuduğunu zannetmiyorum, büyük oranda danışmanları ve çevresi bir şeyler söylüyor ona. Bir de tuhaf bir gazetecilik anlayışı var ki buna patronları da ikna etti: Medyanın ülkenin çıkarını korumasının gereğinden söz ediyor ama bunu söylerken aslında hükümetin ya da kendisinin çıkarını kastediyor. Erdoğan’ın zihnindeki iyi medyanın, her kanalda kendi konuşmasının yayınlandığı, her manşette kendi demecinin basıldığı bir medya olduğunu düşünüyorum. Ona da az kaldı zaten. Belli bir süreç izlenerek aykırı görülen sesler teker teker temizleniyor. Nasıl bir süreç bu? - Önce yandaş medyada hedef haline geliyorsunuz. Orada çıkan haber ve yorumlardan üstünüze gelecek dalgayı hissedebiliyorsunuz. Bunlar biraz öncü sarsıntı gibi oluyor ve anlıyorsunuz ki yukarıda bir yerde bunlar konuşuluyor. Zaten hemen arkasından gerçek dalga gelip vuruyor. Artık çok tanıdık bir taktik... Medyanın bu hali yeni mi, AK Parti iktidarıyla mı böyle olundu? - Kabul edelim ki, bu hastalık yeni değil. Erdoğan’dan önce de merkez medya çok yanlış bir konumdaydı. İşin kuruluşunda, medya-iktidar-sermaye ilişkisinde bir hastalık var. İktidara bağımlı sermayenin medya aracılığıyla göze girme ya da hedef olma meselesi yeni değil. Ama bunun kronikleştiği bir devirdeyiz. Yoksa Erdoğan öncesi gazeteler güllük gülistanlıktı diyecek halimiz yok. Darbe dönemlerini, 28 Şubat'ları yaşadık. Tersine o dönem de eleştirilerimizi yaptık ve bu işin buralara geleceğini öngördük. 28 Şubat’ta yazmaya nasıl devam edebilmiştiniz? - Sanırım bazı patronlar daha sağlam durabilmişti. Mesela o dönem Aydın Bey (Doğan) kurban vermemek için elinden geleni yapmıştı. Ama bugün gelen dalga çok daha büyük. 28 Şubat zihniyetini AK Parti devraldı; akreditasyon, andıç, işten kovdurma gibi derin devlet adetlerini aynen uygulamaya koydu. Bugünkü sopa, bir sermaye grubunu çökertebilecek cinsten. Çok daha sert. Öte yandan havuç da bir şirketi yoktan var edebiliyor. Medyadaki bu dönüşüm üzerinden aslında hep birlikte burjuvazinin sefaletine tanık oluyoruz. Ama bence başka bir kıstas var, hesap edilmesi gereken: Sokağa çıkabiliyor musun? HAYATTAKİ KISTASIM SOKAĞA ÇIKABİLMEKTİR O ne demek? - Yani halkın içinde rahat gezebiliyor musun? Bu, benim hayat kıstasım. Bütün o ihaleleri alanlar, adamları kovanlar, o kanallarını, gazetelerini hükümetin emrine verenler, nasıl sokağa çıkıp insanların yüzüne bakacaklar? Eğer icraatınız itibarınızı yerle bir etmiş ve sizi sokağa çıkamaz, teknenizden inemez hale getirmişse, bütün bunlar ne için Allahaşkına? Bir takım patronlar ve meslektaşlarım için söylüyorum: Restoranlarınız, bankalarınız, kanallarınız protesto ediliyorsa, medya çalışanlarınız röportaj yaparken mikrofondaki logoyu saklamak zorunda kalıyorsa… Değer mi? Hani para için değer? Başka bir soru daha: Bu iktidar ilelebet mi sürecek? Şimdi bütün yumurtalarınızı o sepete yığdınız, bir gün bu hükümet değiştiğinde ne olacak? Bu süreçlerin böyle işlemesi iktidarın ve patronların ötesinde biz gazetecilerin karakteri ve hayat anlayışıyla ilgili ne söylüyor? - Hepimiz çok kötü sınavlar verdik darbe dönemlerinde, 28 Şubat’larda… Erdoğan biraz da o taşlara basarak, o rüzgarı arkasına alarak geldi. Doğru olan o rüzgarı bertaraf etmekti, ama o, ‘Yıllarca askere çalıştınız, şimdi de bana çalışın’ demeyi seçti. Anlaşılabilir bir psikoloji mi? - İktidar düşkünleri için evet, ama biz gazeteciler için çok saçma! Yıllarca askere hizmet etmiş isimleri şimdi bir anda Erdoğan’a hizmet ederken görmek insanı hakikaten şaşırtıyor. Bence ben ve Hasan Cemal gibi isimlerin hedef olması biraz da bu yüzden. Nasıl yani? - Bizden çok daha radikal ve hırçın yazanlar, Başbakan’a ismiyle hitap edenler var. Ben hayatımda boyunca bunu yapmadım. Hakaret etmedim. Hırçınlaşmayı sevmem. Özel hayata, aileye dokunmadım. Belaltı vurmadım. Türban meselesinde ulusalcı arkadaşlarla kapışma pahasına türbanlı genç kızların üniversiteye girebilmesini savunduk. AK Parti’nin kapatılmasına karşı çıktık, Gül’ün Cumhurbaşkanlığının engellenmesinin demokrasiye aykırı olduğunu anlattık. Tüm bunları da Erdoğan’ı sevdiğimizden değil, demokrasiye inancımızdan yaptık. Erdoğan'ı da ilk günden beri her zeminde eleştirdik. Zulümüne karşı direndik. İşte bu, onları daha çok rahatsız ediyor. Niye? - Çünkü AK Parti tabanında bir takım vicdanlara da dokunuyor. Zamanında 28 Şubat’a, 27 Nisan’a tavır almış kişiler şimdi işinden ediliyor. Buna karşın o dönemde askerin yanında saf tutmuş insanlar AK Parti'ye milletvekili, danışman oluyor. Bu görülüyor. Ayrıca tabanda, parti içinde ve Cumhurbaşkanı nezdinde soru işaretleri yarattığına da eminim. Bu kadar baskıcı bir ortamda insanlar ses çıkaramıyor olabilir ama ilk tökezlemede göreceksiniz, ‘Biz demiştik’ sesleri yükselecek. Bunun tarihte örnekleri çoktur. OKURUMUZU, İTİBARIMIZI, MEVZİMİZİ KAYBETTİK Gazeteciler arasındaki mesleki dayanışma sizi hayalkırıklığına uğrattı mı? - Dayanışamadık ki... Tersine, baltalanan bir ağaç gibi, "Ne yazık ki beni kesenin sapı benden" deme noktasındayız. Dayanışma şansını kaçırdık. En başta, daha verilen ilk kurbanda toplu bir tepki vermemiz gerekiyordu ama yapamadık. Yapabilseydik tarihe geçecek birşey olurdu ve muhtemelen patronlar bir dahaki sefere iki kere düşünürdü. Ama tek tek avlanmayı içimize sindirdik, şimdi çok da ağlama hakkımız kalmadı. O yüzden ben gittim niye kimseden ses çıkmıyor diyecek halim yok. Hasan Cemal gittiğinde istifa etseydin diyenlere hak verir misiniz? - Kısmen veririm. Zamanında Ahmet Altan bir yazısından dolayı atıldığında tepki yazısı yazıp, yayınlanmayınca Milliyet'ten ayrılmıştım ki; kendisini hiç tanımıyordum. Tamam, yazabileceğimiz yere kadar o köşelerde durmak, bir mevziyi korumak açısından önemli olabilir. Ancak yazamaz hale gelmenizin yakın olduğunu da hesaba katmalısınız. Hasan abiden sonra bunu düşündük. Ben onun ardından bir yazı yazabilmiştim. Yine de gitmeli miydim? Tek başına bir anlamı yok artık. Ama Gezi süresince de yazı yazabilmiş olmayı önemsiyorum. Şunu da kabul edelim: Gazeteciler çok örgütsüz ve zayıf kaldı. Geçim kaygılarımız var. Ayrıca bir gazetenin efsanevi bir yazarı ayrılıyor, tiraj kaybı promosyonla hemen telafi edilebiliyorsa ya da meslektaş zannettiğiniz bir sürü adam üstünüzde tepiniyorsa bu da moral bozucu. Kaldı ki, eskiden bir kapıdan kovulduğunuzda başka bir gazeteye gidebilirdiniz. Bugün muhalefetiniz yüzünden kovulduysanız merkezde bütün kapılar size kapanıyor, vebalı muamelesi görüyorsunuz. Bazı durumlarda ise kovulmakla kalmayıp hapse girme tehdidiyle de karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu kadar baskıcı bir ortamda insanlardan cesaret beklemek bana göre haksızlık. ‘Sözcü gibi bir gazetenin olduğu bir ortamda medyaya baskı var denemez’ mantığına ne diyorsunuz? - Başbakan merkez medyaya baskı uyguladıkça daha radikal muhalefete kapı aralıyor, muhalif medya daha çok hırçınlaşıyor. Ama bu demek değil ki bir gün Sözcü’ye ya da benzerlerine baskı uygulanmayacak. Bir de şu var: Hükümet Sözcü’yü satın alan kitleyi zaten gözden çıkarmış vaziyette, onları kazanmasına imkan olmadığını biliyor. Ama merkez medya öyle değil. Örneğin Hürriyet’i, Milliyet’i okuyanlar arasında kendi tabanı da var. O nedenle bu gazetelerdeki muhalif seslere katlanamıyor. Stratejik açıdan yaklaşıyor. Gazeteciler atılıyor ama medyada hayat devam ediyor. Öngörünüz nedir gazeteci milletiyle ilgili? - Medyada hayat devam ediyor gibi görünebilir ama büyük bir erime içindeyiz. Büyük prestij kaybettik. Mevzi kaybettik. Tiraj kaybettik. Reyting kaybettik. Okurumuzu, itibarımızı, inandırıcılığımızı kaybettik. Bakın Milliyet, 20 yayın yönetmeniyle çalışmış Tahir Özyurtseven gibi bir efsane ismi kovarak kendi tarihini yaktı. Gezi’yi izlerken yaralanmış, neredeyse bedavaya çalışan fedakar gencecik muhabirlerini kovarak vefa duygusunu yaktı. Bunun sonucunda aslında üzerinde durduğumuz mecrayı da kaybettik. İnsanlar internete, sosyal medyaya yöneldi. İktidar, kendisine iliştirdiği medyayı da kendisiyle birlikte aşağı çekiyor ve medya batmayı bile göze alarak buna gönüllü oldu. Ama bir bedeli var. Bedel derken? - Artık belli kanallara, belli gazetelere inanmıyor insanlar. Kendi haberleşme ağlarını, alternatif iletişim kanallarını oluşturuyorlar. Bir nevi eski kahvehane kültürü yayılıyor. Haber inandırıcılığını, gazete güvenilirliğini yitiriyor. Ve gazetecilerde tuhaf bir alışmışlık duygusu hakim. ‘Stadyumda iktidar karşıtı slogan atılmış, nasıl olsa yazsak da girmez, yazmayalım’ duygusu bu. Herkes kendinin sansürcüsü. Bu hal okurun da iştahını yitirmesine sebep oldu. Buradan silkinip kendine gelinmesi ancak tam dibe çökmeyle mümkün herhalde. Zulmün artsın ki, zevalin çabuk gelsin sözünü seviyorum ben. PATRON VE EV HİKAYESİNİN ASLI ŞÖYLE Kendinize nasıl bir plan çizdiniz? - Kitap ve senaryo yazıyorum. Yazıyla ilişkim sürdüğü için, köşe yazısı da olmayıversin diyebiliyorum. Twitter’ı aktif kullanmaya başladım. Gerçi birkaç gün sonra kısa süreliğine Twitter’dan da atılmak gibi bir bahtsızlık yaşadınız değil mi? - Öyle oldu hakikaten. Bir anda hesabım kapatıldı. O zaman ben de kuşkulandım, tuvalet duvarına spreyle bir şey yazsam da gelip kazırlar mı acaba diye... Neyse ki kitap yazabiliyorsunuz, karışan görüşen yok… - Bedelini ödediğin sürece burası gerçekten özgürlükler ülkesi. Hapse girmeyi, işten atılmayı, hatta vurulmayı göze alıyorsan istediğin kadar yazabilirsin. Son olarak… Gazeteciler.com bir iddia ortaya attı: Kovulacağınızı anlayınca Demirören'le görüşüp Çengelköy'de muhteşem bir dairenin sahibi olmuşsunuz. Aslı nedir? - İnsan kovacağı adama niye daire hediye etsin? İşin aslı şu: Ankara'daki evimizi satıp İstanbul'da bir ev almaya karar verdik. Ama satışa çıkardığımız evin parası, bulduğumuz evinkini karşılamıyordu. Birikmiş paramız da yoktu. Çengelköy'deki evin sahibi Dikran Masis, Erdoğan Demirören'in çok yakın arkadaşıymış. Erdoğan bey, bizim için telefon edip biraz indirim yapmalarını rica etti. Yapamadılar. Derya (Sazak) gazeteden bir miktar avans çekmemi önerdi. Düşündüm; bunun yazı yazarken elimi bağlayabileceğinden çekindim. Almadım. Ve Mart ayında bankadan kredi çekip evi aldık. Ankara'daki ev hala satılmadığı için de ipotek tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. Siz olsanız haberi okuyunca dehşete kapılmaz mısınız?

Ege Haberleri

Türkiye'nin ormanları turizme açılıyor
Marmaris'te deprem!
Ege Denizi'nde 4.7 büyüklüğünde deprem
'Denize girmek sağlığa zararlı olabilir'