HANGİ 12 MART?

Mehmet ŞENER

12 Mart 1921…

12 Mart 1918…

12 Mart 1971…

Bazı günler vardır ki, tarihe ya altın harflerle kazınmıştır ya da utanç olarak…

12 Mart 1921…

İstiklal Marşımızın, Büyük Millet Meclisi’nde kabulünün 104. yılı.

Şiirin müellifi Mehmet Akif’in, “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” dediği, Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere, neredeyse tüm mebusların dakikalarca ayakta alkışladığı şanlı İstiklal Marşımız, hamdolsun ki bir asrı aşan süredir ülkemizin semalarında yankılanıp durur.

Dünyada bir örneği daha far mıdır bilmiyorum.

Büyük Millet Meclisimiz, bir yandan işgal altındaki vatanı kurtarmak için emsalsiz bir istiklal mücadelesi verirken, bir yandan da yeni devleti inşa ediyordu.

Serdengeçti babayiğitler öyle onurlu, öyle cesur ve öyle sarsılmaz bir imana sahiptiler ki, işte o ruhun en yalın tezahürü, İstiklal Marşı olarak tarihe adını yazdırdı.

Nasıl ki günümüzde İstiklal Marşımızın mısralarından, verdiği mesajdan, tasvir ettiği iklimden ifrit olanlar varsa…

Kuşkunuz olmasın ki 104 yıl önce de aynı karanlık ruhlu tipler, sürü halinde çemkirip durmuşlardı.

Mehmet Akif merhumu, “Bu şiir milletime armağanımdır” diyerek, muhteşem eseri Safahat’a koymadığı İstiklal Marşımızı bugün aynı millet, en şerefli bir armağan olarak yüreğinin en derinlerinde yaşatıyor, koruyor.

Şu mısraların yüceliğine bakar mısınız?

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

Allah’ın izni lütfuyla bu, ilelebet hep böyle olacak.

12 Mart 1918…

Erzurum’un,” zulme gebe kalan” karanlık gecelerden aydınlık sabaha uyandığı gün…

İşgalci Rus Ordusu, Bolşevik İhtilali sebebiyle Erzurum’u apar topar terk ederken, beraberinde “Rus askeri” diye getirdiği Ermeni çeteleri burada bırakıp gitti.

Silahtan iaşeye, istihbarattan ulaşıma kadar…

Her şey katil sürüsü Ermeni çetecilerin eline geçmişti.

Kalleşçe, alçakça saldırdılar.

Karşılarında eli silahlı asker yoktu. Karşılarında savunmasız masumlar vardı.

Kadın, çocuk, yaşlı, engelli demeden kimi bulduysalar, ya süngüden geçirdiler ya da ahırlara doldurup canlı canlı yaktılar.

Erzurum sokaklarını ve onlarca köyü, günlerce yanmış insan kokusu sardı.

İnsanlık tarihine geçmiş en acımasız mezalimdi bu…

Rus Ordusuna ait urbalar giyen ve Rus silahlarıyla katliam yapan Ermeni çeteciler, sadece Erzurum’u değil, Doğu’da pek çok şehri, kasabayı ve yüzlerce köyü ateşe verdi.

Yanıkdere’de olup oluk sivil insan kanı aktı.

Alaca Köyü’nde samanlıklar, ahırlar toplu halde diri diri yakılan insanların bedenleriyle dolup taştı.

Ve ta ki o kutlu şafak sökene dek…

“Doğurun Fatihi”

Yani büyük komutan Kazım Karabekir Paşa…

Mahiyetindeki kolordusuyla harekete geçti ve Ermeni çetecileri bulduğu yerde itlaf etti.

Kuduz it gibi kaçıyorlardı, ama kaçarken de bir yandan yakıp yıkıyorlardı.

Aylar süren amansız kovalamaca ve çatışmalar oldu.

Takvim yaprakları 12 Mart’ı gösterirken, Erzurum düşmandan temizlenmiş, ahali hürriyetine kavuşmuştu.

Ortada: harabe bir şehir, binlerce ölü, binlerce yaralı, binlerce yetim-öksüz, binlerce dul kadın vardı.

Yaraların sarılması hiç mi hiç kolay olmadı.

Tarihi şehir Erzurum’un ayağa kalkması ise, onlarca yılı buldu.

107 yıl önceydi, Erzurum düştüğü yerden ayağa kalktı.

Yaralıydı, mahzundu, mağdurdu…

Buna rağmen “Kara Paşa”nın rehberliğinde, yarınlara yeniden umutla bakıyordu.

İşte bu yüzdendir ki 12 Mart, Erzurum halkı için bir kış gününden o kadar öte, o kadar büyük bir gündür ki…

Zemheride bar oynamamız bundandır.

12 Mart 1971…

Bu da bizim tarihimiz ne yazık ki…

Tarih zaten böyle bir şey değil mi?

İyisiyle kötüsüyle, zaferleriyle yenilgileriyle…

Geçmişinizin özetidir.

Süleyman Demirel hükümeti işbaşında…

Türkiye, Sovyetler Birliği ile yaptığı bir dizi anlaşma sayesinde, onlarca dev yatırımı hayata geçirmeye başladı.

Ülke hızla kalkınıyor, halkın refah düzeyi artıyordu.

Yurdun dört bir yanı sanayi tesisleriyle donatılıyordu.

Köyler yola, elektriğe kavuşuyordu.

1960’ın yaraları sarılıyor, kanlı geçmişin yerine bahar iklimi kucaklıyordu Türkiye’yi…

“Dur” dediler. “Sen bize rağmen nasıl kalkınmış bir Türkiye inşa edersin?”

“Dur” dediler. “Sen nasıl olur da bize rağmen Sovyetler Birliği ile iş tutarsın?”

Okyanusun ötesinden öyle bir öfke kusup kinlendiler ki…

İçimizdeki işbirlikçileri anında harekete geçti.

Nasıl ki 60’da uşaklık etmiştiyseler, aynısını 11 yıl sonra bir kez daha tekrarladılar.

Başbakan Demirel eğer şapkasını alıp gitmemiş olsaydı, 71 Muhtırasının sonu da kanlı bir darbeyle belki de yeni idamlarla nihayetlenecekti.

Elbette takvimin ve yılların bir suçu yok.

Öyle olsaydı, aynı gün İstiklal Marşımız ve Erzurum’un kurutuluşu kayıtlara geçer miydi?