Erzurum Güncel- Birbirine benzediği düşünülebilir ama sinemadaki “star” sistemiyle TV’deki “ünlüler” sistemi tamamen farklıdır. İlkinde (sinema yıldızlarında) mümkün olduğunca izleyiciden uzak kalmak, erişilebilir olmamak ve sinema dışındaki hayatın sırlarla dolu olması önemliyken, diğerinde (ekran şöhretinde) her an erişilebilir olmak, izleyiciyle kolayca diyaloğa girmek ve şeffaflık öne çıkar. 30 yıl kadar önce yazdığı bir makalede John Langer hem bu ayrımın altını çizmiş hem de olası nedenlerini tartışmıştı. Langer’e göre siyah beyaz fotoğraftan evrilen sinemanın yıldızlarının çehrelerinde aynen iyi bir fotoğraftaki gibi ikonik bir fark muhafaza edilmeliydi. Greta Garbo’nun çehresiyle ancak bir filmini izlerken ya da duvara astığımız bir fotoğrafa bakarkan hemhâl olabilmeliydik. Öte yandan, ABD’de TV’nin yaygınlaşmasıyla ünlenen ilk ekran şahsiyetlerinin sinemadan gelmediği hemen fark edilir. Sinemanın yaygınlaşmasıyla izleyicisini hızla kaybeden vodvil tiyatrolarının izleyiciyle oyun esnasında maytap geçebilen cinsten aktörleri ve radyoda dinleyiciyle neşeyle hasbıhâl eden “radyocular”, TV’lerin ilk ekran çehreleri olarak öne çıkarlar. Bu arada, sinema ve TV’nin “sergilendiği” mekânsal farkı da unutmamak gerek. Birine biz gideriz, bize benzeyen diğer izleyicilerle beraber karanlık bir salonda (bir rüyâ aleminde) koltuklara gömülür, filmin hikayesine kendimizi bırakır, dışarıdaki hayatımızda bizimle olmayan yıldızlarla beraber yaşamaya başlarız. TV’deyse gerçeği yansıtan görüntüler ve bize benzeyen ekran şahsiyetleri doğrudan evin en muhkim mekânına, bizzat oturma odamıza gelir, bize “konuk” olur. Sahicilik hissi Tam da bu nedenle, TV kuramcılarından Cecelia Tichi, TV cihazını, modern hayatta iyice yalnızlaşan insanları, ıssızlaşan hayatları “ısıtan” elektrikli bir ocak, bir şömine gibi tanımlar. İşte bu nedenle, TV’de sürekli gördüğümüz, oturma odamıza “konuk” olan insanların hakiki olup olmadığı, o anda yaptıklarının, söylediklerinin gerçek olduğuna dair bir “izlenim” izleyici için çok önemlidir. Ekranda “sahicilik hissi” de diyebileceğimiz bu özelliğe sahip birçok TV şahsiyetiyle yıllardır tanışmış durumdayız. Hatta çoğunun samimiyetlerindeki fazlalıktan (futbol programlarında yıllardır arzı endam eden yorumcuları bir düşünün) gına geldiği bile söylenebilir. Samimiyetin yanı sıra TV’de öne çıkan bir başka çekicilik faktörüyse “sıradanlık” (bize benzemesi anlamında) hissidir. Oturma odamıza “konuk” etmek istediğimiz insanların “kendini beğenmiş” olmalarından hiç de hoşnut olmayız. Samimiyet ile alçakgönüllülük birarada olmak zorundadır. Özellikle sürekli konuşan, örneğin haber anlatan, yorumlar yapan ya da bir şovu sunan ekran çehrelerinde yukarıdan bakmayan bir tavır, içten bir tebessüm olmazsa olmazdır. Bu hissi ilk karşılaşmada yaratıp sonradan değiştirenlereyse tilt olur izleyici, “Seni biz yarattık, kendini ne sanıyorsun?” diye sıygaya çeker. Demek ki, ekranda “sahnelenen” kişilikler zaman içinde değişmemeli, “samimi” ve “içimizdeki biri” hissinden asla uzaklaşmamalıdır. Bu nedenle, ekrandaki çehreler oynamadıkları hissini veren oyuncular gibi olmak zorundadır. Mahşerin üç atlısı Bu sonbahardan itibaren, üç ayrı kanalda sürekli görünen, neredeyse o kanalla özdeşleşmeye başlayan üç ekran şahsiyetine; TV8’de Okan Bayülgen, Show TV’de Acun Ilıcalı ve NTV’de Oğuz Haksever’e, bir de bu açıdan bakabiliriz. Gerçekten de ilginç bir durum var sözü edilen ekranlarda. Örneğin, NTV’de birçok farklı ekran yüzü (Banu Güven’den Emre Kongar’a) sadece yok olmakla kalmamış aynı zamanda Haksever’le ikame edilmiş gibi bir hisse kapılıyor izleyici. Çünkü sadece haber sunmuyor Haksever. Aynı zamanda sosyal felsefeden Türk sanat musikisine söyleşi programları da kotarıyor, bazen de tartışma programlarını yönetiyor, haberciden çok bir “her şeyci” (TV literatüründe henüz bir karşılığı yok!) gibi sürekli ekranda görünüyor. Show TV’de ise bir iki diziyi saymazsak (Muhteşem Yüzyıl gibi bir reyting şampiyonunun yakında başka bir kanala geçeceğinin söylendiğini de düşünürsek) prime-time tamamen Acun Ilıcalı üretimi reality şovlarla dolup taşıyor. Ilıcalı, şovlardan birinde moderatör rolünde, diğer ikisindeyse jüri üyesi olarak ekranın en görünür çehresi. TV8 ise, haftanın beş gecesini Okan Bayülgen’e teslim etmiş vaziyette. Bu gecelerden bazılarında daha bildik Okan Bayülgen usulü eğlence şovları (Disko Kralı gibi) sürerken, diğer geceler şovlar “ciddileşiyor”, bu sefer eğlendiren değil, “düşündüren” bir Bayülgen’le karşılaşıyor izleyici. Uzmanlıkta sınır yok Özetleyerek geçiyorum ama, bu üç ekran şahsiyetinin ekrandaki dominasyonunun bir anomali olduğunu düşünüyorum. Biraz da basitleştirerek anlattığım “ekran sempatisinin”, ekranda ünlü olma mantığının olmazsa olmazı sadece bir samimiyet hissi değil ama aynı zamanda, sıradan olma durumu. Burada “sıradanı” küçümseme anlamında asla kullanmıyorum, aksine izleyiciyle benzeşme, alçakgönüllü (mütevazi) olma ya da herkes gibi konuşabilme, fikir yürütme hâli olarak düşünüyorum. Ekranda sadece bir konuda konuşan (Rıdvan Dilmen gibi) ya da tematik bir şov sunan (Esra Erol gibi) “uzmanlaşmış” TV yüzlerinde böylesi bir sıradanlıkla (içimizden bir olma hâliyle) iç içe geçmiş bir sahicilik hemen göze çarpıyor. Kimse Rıdvan’dan siyasete ilişkin bir yorum beklemiyor, o da yapmıyor zaten. Ama örneğin Okan Bayülgen’de durum tam tersine dönüyor, bir akşam bakıyorsunuz, mimarlardan daha mimar, bir başka akşam psikiyatrlara kafa tutan bir Bayülgen. Acun Ilıcalı’nın uzmanlığının da sınırı yok, hem danstan anlıyor hem de her türlü yetenekten. Haksever’i hem Şerif Mardin’e soru sorarken görüyoruz, hem de Mehmet Barlas’la musikinin makamlarında gezinirken. Sıradanlığın kırıldığı anda, ekranda bir “kendini beğenme” algısı oluştuğu anda, sizi evlerinin en muhkim odalarına sokan izleyici kapının önüne de koyabilir. TV izleyicisinin elindeki kumanda ona şu hissi de sağlıyor, ben yaratırım, ben bitiririm!